Önsöz

 

Bir kitap neden yazılır? Binlerce kelime birbirinin peşi sıra neden aktarılmak istenir? Farklı zorunlulukları bir kenara bırakırsak, kelimeler zihinde durmadığında, aktarılacak bir dert, bir söz, paylaşılmak istenen bir hikâye, bir bulgu, bir araştırma olduğunda kitap yazma yolculuğunda bulur kendini insan...  Peki ama bir yöntem kitabı neden yazılır? 2021’e dek defalarca birçok dilde birçok farklı kitapla, dersle aktarılmış olan metoda dair yeni ne söylenebilir ki? Niye biz bu kitabı yazmak istedik? Metoda dair verdiğimiz birçok ders, eğitimler, yaptığımız atölye çalışmaları, yazdığımız makale ve kitaplarda metoda dair aktardıklarımız neden yetmedi? 

Sanırız en temel ve en büyük motivasyon araştırmalarına dair danışmak için çok sayıda kişinin bize ulaşmasıydı. Soru soran, danışan lisans ve lisansüstü öğrencilerin yanı sıra yönteme çok kafa yorduğumuzu bilen meslektaşlarımız ve sivil toplum çalışanları da kendi araştırmaları için bizlerle görüştüler. İstanbul Bilgi Üniversitesi (BİLGİ) Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde verdiğimiz dersler; Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ve Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi Çocuk Çalışmaları Birimi’nde yürüttüğümüz araştırmalar, konferanslar ve eğitimler bize bu soruların iletilmesine vesile oldu. Lund Üniversitesi Raoul Wallenberg Enstitüsü ve Research Worldwide Istanbul ile üç yıldır üst üste düzenlediğimiz Metot Okulu’na gelen başvuruların yoğunluğu ve meslektaşlarımızdan gelen benzer bir atölye çalışması talebi derslerimizi yazılı bir metin haline getirebilir miyiz sorusunu bize düşündürttü.

Bu düşünce ile, derslerimizde konuyu ele alırken, yöntem kitaplarında yer almayan neleri eklediğimizi, aktardığımızı kendimize sorduk. Derslerin ya da bir araştırmaya dair görüşmelerimizin en önemli noktası etkileşim. Biz derslerimizde kendi çalışmalarımızdan örnekler vermeye dikkat ediyoruz. Öğrenciler ya da bize araştırma sorusu ile gelen her bir araştırmacıyla aslında beraber bir düşünme sürecine giriyoruz. Dolayısıyla bu metnin olabildiğince birlikte düşünme eylemini içermesi gerektiğine ikna olduk.

İkincisi belki de bir yöntem kitabından beklenmeyecek kadar kuramsal tartışmalara yer verme ihtiyacı hissetmemiz oldu. "Tüm yöntemsel tartışmalar kuramsaldır" cümlesine gerçekten inanan iki sosyal bilimci olarak, bu kitapta kuramı düşünmeye, tartışmanın nasıl bir kuramsal çerçeveden kurgulandığını anlamanın  gerekliliğine vurgu yapmaya çalıştık.

Kuramla kurulan bu ilişki; bu alanda ilgili yazına da referansla bilginin nasıl oluştuğunu; en kişisel kaygılardan ilham alan bir araştırma sorusunda dahi, özel isimleri paranteze aldığımızda hangi kuramsal bilgiye katkı sunmaya çalıştığımızı anlama gayretidir. Sorular eşliğinde en temelde neyi merak ettiğimizi ve bu meraktan yola çıkarak, nasıl bir araştırma sorusu ve önerisi geliştirmemiz gerektiğini netleştirmeye çalışıyoruz. Buna istinaden de uygun yöntemi ya da yöntemleri düşünüyoruz. Bu noktada yaptığımız işin “zanaat” kısmı devreye giriyor. Veriye, ampirik olana karşı şüphecilik aslında daha iyiye, daha doğru yöntemleri geliştirmeye bizleri yöneltiyor. Yöntem araçlarında dikkat edilmesi gerekenleri; sorunun nasıl sorulduğundan yanıtın nasıl verildiğine kadar tüm araçları anlatırken yaptığımız birçok çalışmaya referansla detaylandırmaya gayret ediyoruz. Tam da bu farklı örnek çeşitliliği ve bazı açılardan “peki ama nasıl daha az hata yaparız?” sorusuna vermeye çalıştığımız yanıt bizi bu kitabı yazmaya yöneltti. Zaman da dâhil olmak üzere kısıtlı kaynaklar ve imkânları da göz önüne alarak; çeviri olmayan veya daha çok ilgili yazının Türkçe derlenmesi şeklinde organize edilmeyen, okuru sorularla düşünme yolculuğuna davet eden ve her bir araştırmasında kullanacağı araçlar için tekrar tekrar bakıp faydalanacağı bir el kitabı hayal ettik. Bu nedenle de kitabı mümkün olduğunca konuşma dilinde, çok fazla referansa boğmadan ve özellikle alandaki ihtiyaçlara yanıt verebilecek şekilde toplumsal araştırmalarda bir rehber olması hedefi ile kaleme aldık.

Bu kitabı yazmaya yönelten bir başka unsur ise yönteme dair birtakım kalıpyargılar ve önyargılarla yıllar içinde çok fazla uğraşmamıza rağmen hâlâ çelişkilerle dolu tutumları gözlemlememizdir. Anket çalışmalarına mesafeli duran birçok meslektaşımız, yöntemi, örneklemin detaylarını öğrenmeden sayıların, yüzdelerin büyüsüne kapılabilirken; matematiğe mesafeli olan sosyal bilim öğrencileri ise derinlemesine mülakatı ve odak grup çalışmalarını tercih edip, bulgularını yöntemle oldukça çelişkili bir biçimde genelleyici bir dil ile aktarabilmekteler. Sosyal gerçekliğe dair ontolojik, epistemolojik ve metodolojik tartışmaların farkında olmak ve buna istinaden araştırmacılar, sosyal bilim öğrencileri olarak kendimizin nerede durduğunu düşünmek bir gereklilik. Bu kitapta da dilimiz döndüğünce bu noktaların altını çizmeye çalıştık.       

Bunun yanı sıra kitabı yazmaya karar vermemizde en büyük etkenlerden biri bu yöntem kitabının daha çok sınırlı, zorlu sahalarda çalışacak olan araştırmacılara yardımcı olmasını hedeflememizdi. Kırılgan, toplumsal dışlanma yaşayan ve çoğu zaman sesleri duyulmayan madun gruplarla araştırma yapmayı önemli bulmamızdı. Tarih yazınında “Madun Tarihi” (Subaltern History)’nin çıkışında Hegel, Foucault ve Gramsci’ye referansla oldukça tartışılan madunun tarihin öznesi olamama halini kırma çabası oldukça önemli bir metodolojik kaygıyı da barındırıyor. Özellikle Hindistan’ın kolonyal geçmişi ve tarih yazımı ile ilgili bir hesaplaşmadan yola çıkan Madun Çalışmaları verdiği yanıtlar kadar sorduğu sorularla aslında sosyal bilim çalışmalarına yeni bir soluk getirmiştir. Spivak’ın sorduğu “Madun Konuşabilir mi?” sorusu da dâhil olmak üzere sesleri çık(a)mayan, ya da daha doğrusu seslerini duyuramayan, kelimeleri başka dillerde olan ya da aynı dilde olsa bile kavramlara yabancı olanların konuşması ne kadar mümkün? Hem epistemolojik hem de metodolojik açıdan çok önemli olan bu soru, feminist metodolojinin dillendirmeye çalıştığı birçok noktayla da kesişir. Feminist metodolojiyi anlatan Sandra Harding (1987) “Introduction: Is There a Feminist Method?” başlıklı makalesinde  sosyal bilimlerde, egemen olan soruların, var olan egemen dilin beyaz erkekler tarafından belirlendiğini belirterek feminist çalışmaların, kadın deneyimlerine dair konulara, içeriden ve öznel sorular sormaya çalışması gerektiğini söyler. Harding, pozitivizmin değer-yansız bilim insanı mitinin olanaksızlığını vurgulayarak, araştırmacının sınıf, etnik köken, kültür ve toplumsal cinsiyet konumunu belirtir. Araştırmacı somut arzuları ve ilgileri olan tarihsel bireydir. Marie Mies (1995), kadın tarihinin yazılması konusunda sözlü tarihin önemli bir araştırma yöntemi olarak ortaya çıktığını söyler. Bu nokta “bilgi”nin oluşumu, otorite ve güç ile ilişkisi gibi epistemolojik soruların metodolojik olanla ne kadar iç içe geçtiğini de gösterir.  

İşte tam da bu kaygılarla 20 yılı aşkın saha deneyimimizi de düşünerek, çok farklı dezavantajlılıkları olan, özel ihtiyaç sahibi kırılgan grupları -LGBTİ+, düzensiz göçmenler, mevsimlik tarım sürecindeki aileler, çocuklar, ne işte ne okulda olan gençler, kayıt dışı çalışanlar- akılda tutarak, mümkün olduğunca her başlık altında örneklerle kendini daha zor ifade etme imkânı olanlara nasıl ulaşılabileceğine değinmeye çalıştık. Bu noktada 10 yılı aşkın süredir çocuğun iyi olma hali bağlamında yaptığımız çalışmaların da etkisi ile yine verdiğimiz örneklerde çocukların üstün yararını gözeten bir biçimde çocuk katılımını sağlamaya yönelik etik ve metodolojik kaygıları aktarmaya gayret ettik. BİLGİ Çocuk Çalışmaları Birimi (BİLGİ ÇOÇA) ile daha önce düzenlediğimiz çocuk alanında metodolojiye dair atölyede de özellikle bu alandaki sorular ve ihtiyaçlar dillendirilmişti. Yine farklı STK’larla yaptığımız eğitimler ve gönüllü desteklerde de bu nokta bir eksik olarak ifade edildi.

Kitabın çevrimiçi olarak tasarlanması da aslında hem ulaşılabilirliği hem de yaşayan bir metin olarak başta belirttiğimiz etkileşimin mümkün olduğunca sağlanması açısından süreçte şekillendi. Kitabın sınırlı sayıda basılı hali olsa da kitap aslında çevrimiçi tasarlandı ve bu sebeple çevrimiçi olan kısa videolar, blog yazıları ile özellikle alana daha yabancı olanların rahatlıkla anlayabileceği kaynaklar tercih edilmeye çalışıldı. Ayrıca yine etkileşimi arttırmak ve önemli noktaların altını çizebilmek için kitabın tüm bölümlerine dair ders videoları açık kaynak olarak erişime açıldı. Yine her bölümün sonunda ana noktaların özetlendiği doodle videolar yer aldı.

Tüm bunları mümkün kılan çocuk alanındaki araştırmalarda bizimle çalışan ve son iki yılda da bizleri kırmayarak metot alanındaki atölye ve yüksek lisans dersinde asistanlığımızı üstlenen BİLGİ ÇOÇA Koordinatörü Gözde Durmuş. Gözde’nin editör olarak inanılmaz emeği ile kitap metni kutular, sorular ve ilgili linklerle daha çok konuşur hale geldi. Metnin içinde olabildiğince az referansla, metni “konuşur, anlatır gibi” yazmaya gayret ettik. Her bölümün içinde sorular, bilgi ve örnek kutuları, ilgili linkler ve meraklısına kaynakça ile yeni okumalara yönlendirmeye çalıştık. Kitabın altyapısını kuran Yaman Ural’la da bu vesile ile tanıştık ve umarız bu uzun bir yolculuğun başlangıcı olur. Tüm emekleri ve özeni için teşekkür ederiz. Kitabın kaynakçasının düzenlenmesi konusunda emeği için Birnur Eyolcu Kafalı’ya teşekkürlerimizi sunarız. BİLGİ Göç Merkezi Projeler Koordinatörü Gizem Külekçioğlu’na da her zaman olduğu gibi bu özeni ile tüm süreçte yanımızda olduğu için teşekkür ederiz. Kitabın kapağında ve kitabın çevrimiçi versiyonunun tüm bölüm girişlerinde çok kıymetli Lale Duruiz Hocamız’ın resimleri var. Lale Hoca, kitabın ilk okuyucusu olarak her bölümdeki anlatı ile bağlantılı resimleri yarattı. Onunla da diyalog halinde kitabı yazabildiğimiz için kendimizi çok şanslı hissediyoruz, çok teşekkür ederiz.

Lund Üniversitesi Raoul Wallenberg Enstitüsü ve Research Worldwide Istanbul’a üç yıldır üst üste düzenlediğimiz Metot Okulu’na; bu kitaba ve ders videolarına olan desteği için minnettarız. Sevgili Seda Alp ve Sevgili Aysel Madra’ya bu süreçteki içten ilgileri ve destekleri için çok teşekkür ederiz. 

Birey ve araştırmacı olarak birçok farklı dönemde, birçok farklı okulda eğitim alır, besleniriz. Her ikimiz de 1990’ların ikinci yarısında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde önce öğrenci, daha sonra yüksek lisans ve doktora eğitimi sırasında asistan olarak bulunduk. O günlerin Türkiye’sinde pek de yaygın olmayan biçimde sosyal bilimi kuram ve veriyi bir arada değerlendirerek anlamaya çalışan, dünyaya soru işaretleriyle bakmayı ve bunu üniversite kelimesinin anlamına layık biçimde “evrensel” niteliklerde yapmayı öğreten bir dizi “hoca”nın öğrencisi olduk. Her birinden çok farklı dersler aldık, çalışmalarından öğrendik, bazılarıyla sonrasında da yakın çalışma imkânımız oldu. Ayşe Buğra, Ali Çarkoğlu, Mine Eder, Yılmaz Esmer, Ersin Kalaycıoğlu, Ziya Öniş, İlkay Sunar ve Hakan Yılmaz isimlerini mutlaka belirtmemiz gereken hocalarımız. Boğaziçi bize üniversitenin sadece basit bir bina olmadığını; kendine ait bir “ruhu” olduğunu öğretti. Sadece hocalarımızdan değil, sınıf arkadaşlarımızdan, asistan odasındaki tartışmalarımızdan ve öğrencilerimizden de çok şey öğrendik. Metot Okulu’nda ricamızı kırmayıp bizimle ders veren, her ikisi de kendi konusunda benzersiz bir değere sahip Senem Aydın Düzgit ve Sedef Turper Alışık’ın varlığı da bunu gösteriyor. Önce Boğaziçi Üniversitesi’nde, daha sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde beraber çalıştığımız iki dostumuz bu kitabın ruhuna katkıda bulundular, onlara da teşekkür etmek istiyoruz. Benzer bir biçimde bütün araştırma yolculuğumuz boyunca Güçlü (Atılgan) ile beraber düşündüğümüz için şanslı olduğumuzu belirtmek isteriz, katkıları ile bu kitabı var edenlerden biri olduğu için kendisine  çok teşekkür ederiz.Ve ikimizin de şu an görev yaptığı, akademik “ev”olarak hayatımızda her zaman önemli bir yer tutan İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki ve BİLGİ Uluslararası İlişkiler Bölümü’ndeki beraber düşündüğümüz meslektaşlarımıza ve öğrencilerimize de teşekkürlerimizi sunmamız gerek.

Tüm diğer çalışmalarımızda olduğu gibi bu süreçte de bize sabırla destek veren dar ve geniş ailelerimizin üyelerine, özellikle de Mercan, Çağan, Armağan ve Hakan’a da teşekkür borçluyuz. 

En son ama en büyük motivasyonumuz oldukça kişisel. Bu kitap fikrini düşünürken, 14 Mart 2019’da maalesef çok kıymetli bir dostumuzu Dr. Ziya Güveli’yi çok erken, birden kaybettik. Yirmi yıldan uzun bir süre boyunca içinde yer aldığımız bütün saha çalışmalarında bize yol gösteren, mümkün olan en iyi bilgiye nasıl ulaşabileceğimiz konusunda bize akıl veren ve anket çalışmalarını son derece titiz bir şekilde koordine eden Ziya Bey’i her zaman özleyeceğiz, bu kitabı onun anısına ithaf ediyoruz. En zor saha çalışmalarında yanımızda olan Ziya Bey’in anısı, son bir yılda başta pandemi olmak üzere yaşadığımız tüm olağandışı gelişmelere rağmen bu kitabı yazmamızı sağladı. İthaf ettiğimiz dostumuza yaraşır bir kitap olmasını sağlamak için elimizden gelen tüm çabayı gösterdik. İyi bir saha çalışması, araştırma yapabilmek ne kadar iyi bir ekibe sahip olduğunuzla çok ilişkilidir. Biz Ziya (Bey) ile çalışabildiğimiz için çok şanslıydık.