2.2 Gerçeklik Nedir?
Bilimin amacının evrenin kurallarını keşfeden kuramlar geliştirerek yaşamdaki belirsizliği azaltmak olduğunu söylemiştik. Tabii ki, burada kullandığımız “keşfetme” fiili bile, bizim evren hakkındaki bir varsayımımızı ortaya koyuyor: Dışarıda keşfedilmeyi bekleyen bir gerçek olduğu. Oysa gerçekliğin bizim haricimizde var olduğu iddiası özellikle sosyal bilim açısından ele alındığında varolan görüşlerden yalnızca biri. Gerçekliğin var olup olmadığına dair tartışmaları ontolojik tartışmalar olarak nitelendiriyoruz ve daha önce bahsettiğimiz epistemolojik farklılıklar, bu ontolojik varsayımlardaki farklılıklara dayanarak şekilleniyor.
Yaşamdaki bilgi arayışımızda hangi ontolojik ve epistemolojik yaklaşımlara dayanarak metodolojik tercihler yaptığımızın farkında olmak önemlidir. Ayrıca bu farkındalık tercih ettiğimiz yöntemlerden elde edeceğimiz sonuçları yorumlarken de bize yol gösterici olur.
Tam bu noktada bizim şu soruya yanıt vermemiz gerekiyor, kendi araştırmalarımız çerçevesinde gerçeklik hakkında ne düşünüyoruz, gerçeklik var mı? Dışarıda, bizim havsalamızın alabileceği, elimizde iyi enstrümanlar olsa keşfedebileceğimiz bir gerçeklik duruyor mu? Evrenin fiziki ve kimyevi kurallarını keşfetmeye kendisini adamış doğa bilimcilerinin bu soruya verdikleri yanıt neredeyse kesin, “bir gerçeklik olup olmadığını elinizi kaynar suya soktuğunuzda anlarsınız”. Pekiyi, biz sosyal bilimciler, dışarıda bizim haricimizde bir gerçeklik olduğundan emin miyiz? Sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasındaki bu temel ayrışma, bu soruya kesin bir yanıt veremememiz, bazılarını sosyal bilimin “gerçekten” bilim olup olmadığını tartışmaya itse de; bizim ilgi alanımız olan “kırılgan/hassas gruplarla” çalışan herkes aslında kaçınılmaz olarak toplumsal gerçeklikle yüzleşecektir. Tıpkı kaynayan suyun el yakması gibi çadırdaki mevsimlik işçiler sağanak yağmurun altında sular içinde kalır, çadıra çekilmiş elektrik kablosundan yangın çıkar, tarlaya giderken bindikleri traktör devrilince sakat kalabilir ya da ölürler. Özetle her kırılgan grubun içinde olduğu koşulları çalışmaya başlar başlamaz sahanın gerçekleri kaynayan su örneğinde olduğu gibi can yakar.
Ancak sosyal bilim alanında ontolojik ve epistemolojik açıdan nerede durduğumuzun farkında olmamız, araştırma gündemimize ve araçlarımıza daha eleştirel bir bakış açısıyla bakmamızı sağlayabilir. Donatella della Porta ve Michael Keating’in çalışmasından uyarladığımız bu tablo, sosyal bilimlerde karşılaşabileceğimiz farklı yaklaşımları bize kapsamlı bir şekilde gösterir.
Tablo 2.1 Ontolojik ve epistemolojik sorularla sosyal bilimlerde farklı yaklaşımlar
Burada karşımıza çıkan ilk yaklaşım “pozitivizm”. Adını sosyal bilimlerin de doğa bilimleri gibi yapılması gerektiğine inanan Descartes, Comte ve Durkheim gibi felsefecilerden alıyor. Nasıl doğal bilimler -ki buna eskiler çok doğru bir şekilde “müspet” bilim derlerdi- doğanın kanunlarını deney/gözlem ve akıl yürütme yoluyla keşfediyorlarsa; toplumun kanunlarının da benzer bir şekilde keşfedilme olasılığı bulunur. Bu yaklaşımda amaç Newton’ın Yerçekimi Kanunu benzeri, evrenin her yerinde geçerli bir evrensel kuralı keşfetmektir, gerekli araç gereç olunca toplumsal kanunlar da keşfedilir. Toplumbilim -toplum (socio) ve bilim (logos)- bu araç ve gereci geliştirmeyi hedefler. Ontolojik açıdan dışarıda toplumsal bir gerçek bulunur, bu gerçeklik düzenliliklerde gözlemlenebilir. Araştırmacı, objektif/nesnel olarak bu gerçekliği araştırabilir, kendisinin kim olduğunun önemi yoktur. Her konuya eşit derecede mesafeli durabilir. Nedensel ilişkileri keşfetmek, biliminsanının ana meşguliyet alanı olarak görülür.
Pozitivizmin doğal bilimlere öykünmeciliğine bir eleştiri olarak gelişen post-pozitivizm ise ontolojik ve epistemolojik varsayımlar konusunda daha esnek bir pozisyon alır. İnsanın haricinde toplumsal bir gerçeklik bulunduğu varsayımı kabul edilir, ancak bu gerçekliği tamamen bilmek mümkün olmaz, insanların bu kadar mükemmel araçlar geliştirmesi olanaksızdır. Eğer pozitivizm Newton ve arkadaşlarının kullandığı geleneksel yöntemle özdeşleştirilirse, post-pozitivizm, doğa kanunlarında olasılığa ve belirsizliğe yer veren çağdaş fizik kuramlarına daha yakın durur diyebiliriz. Dışarıda toplumsal gerçek bulunsa da, bizim ona bakışımız toplumsal olarak koşullandığından, o gerçekle aramızda nesnel bir ilişki kuramayız. Araştırmacının kim olduğu ve hangi toplumsal şartlar altında soruna yaklaştığı, gerçeklikle arasındaki ilişkiyi belirler. “Eleştirel gerçekçilik” adı verilen bu epistemoloji, pozitivizmin bilim insanını laboratuvarına hapseden steril yaklaşımına bir eleştiri olarak kabul edilebilir. Doğanın kanunları gibi toplumun kanunları da keşfedilebilir, ancak bu kanunlar kesin olmaz, “olasılıksal” olarak nitelendirilebilir. Yapılan çıkarımlar belirli bir olasılıkla doğru, belirli bir olasılıkla da yanlış olabilir; her an yanlışlanmasını beklemek gerekir. Bu yaklaşımda Karl Popper’ın etkisi açıkça görülür.
Post-pozitivizm, pozitivizme getirdiği eleştiri ile önemli bir kırılma yaratır. İnşacılık ya da sosyal inşacılık adı verilen yaklaşım da post-pozitivizmin bu varsayımlarını benimser, gerçeklik orada dursa bile, nasıl tarif edildiği araştırmacının kim olduğuyla doğrudan ilişkili olur. Yorumsamacı (interpretevist) yaklaşım ise gerçekliğin varlığı konusunda farklı varsayımlara yaslanır. Gerçeklik konusunda öznellik ve nesnellik birbirlerinden ayrılmaz şekilde iç içe geçer. Bilimsel arayışın amacı toplumsal kanunların nedensel ifadesi olmaktan çıkar; içinde yaşadığı dünyaya anlam vermek isteyen araştırmacının kendini arayışına dönüşür. Araştırmacı, kendisini bu konuyu araştırmaya iten motivasyonları da araştırmasının bir parçası kılar, böylelikle kendisi de araştırmasının bir parçası olur. Bu perspektife göre araştırmacının öznelliği o kadar içkindir ki; tarihsel olaylar ya da gelişmeleri bile “gerçek” olarak değil, anlatanların yorumları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Toplum kanunlarını keşfetmek mümkün olmadığından ve her türlü bilgi, gerçekliğin öznel bir yorumu olduğundan, araştırmacıya da yorumların yorumlanması işi düşer.
Son olarak “humanistic” yani insancıl yaklaşımda sosyal gerçeklik tamamen insana bırakılır. Bu perspektifte sosyal bilimi doğa bilimlerinden ayıran en önemli özellik, toplumsal gerçekliklerin tamamen insan zihninde oluşmasıdır, dolayısıyla insan tarafından söylenen her söz “çift tırnak” içine alınıp değerlendirilir. Araştırma alanı gerçeklik değil, gerçekliğin temsili olunca; yöntemsel olarak da bireylerin gerçeklik temsillerini anlamaya yönelik bir empati geliştirme çabası elde kalır.
Şimdi başlangıçtaki sorumuza geri dönelim. Kendi araştırmalarımız bağlamında gerçeklik hakkında ne düşünüyoruz, gerçeklik var mı? Toplumsala dair sorularımız, anlamaya çalışmamız, kullandığımız yöntemler bu farklı ontolojik ve epistemolojik yaklaşımlardan hangisine daha yakın? Bu soruyu sormamızın bile bizi geleneksel pozitivizmin sınırları dışına çıkardığını ve özne olarak araştırmacıya bizi yönelterek araştırmacının kim olduğu sorusuna dikkati çektiği ortadadır.
Bilmenin Tarihi:
Yukarıda tartıştığımız sosyal bilimde gerçeğe dair farklı yaklaşımları, tarihsel koşullardan ve gelişmelerden soyutlayarak anlamak pek mümkün değil. “Gerçeklik nedir?” sorusuna verdiğimiz yanıt içinde bulunduğumuz dönemin kendisine özgü şartlarından, araştırmacıya sunduğu olanaklardan, toplumsal ya da siyasal önceliklerden doğrudan etkileniyor. Bu nedenle sayılan sosyal bilim yaklaşımlarının hep var olduklarını düşünmek yanıltıcı olur, hangi tarihsel koşullar altında geliştikleri hakkında bilgi sahibi olmak, o yöntemlerin daha iyi anlaşılmasına yol açar.
-
Modernizm Öncesi:
“Gerçeklik var mı?” ve daha önemlisi “gerçekliğe erişebilir miyiz?” sorularını ilk yanıtlamaya çalışanlar Antik Yunan’da felsefe tarihinin başlangıcında anılan filozoflar. Kendilerinin doğrudan eserlerine erişemesek de, “sofistler” adını verdiğimiz, isimlerini rakiplerinden öğrendiğimiz Gorgias, Pratogoras ve Thyracimacus; dönemin önde gelen isimleri. Kendilerine sofist denmesinin sebebi de, işlerini bilgicilik olarak tanımlamaları. Sofistlere göre nesnel bir gerçeklik bulunmuyor, kişinin nerede durduğuna bağlı olarak değişen bir gerçeklik var. Dolayısıyla önemli olan gerçekliğe ulaşmak değil, farklı gerçekliklerin nasıl anlatıldığı. Her biri iyi birer retorik ustası olan bu felsefeciler, o dönemde şehir şehir dolaşarak, şehrin önde gelenlerine iyi konuşma ve akıl yürütme dersi verip geçimlerini sağlıyorlar. Bilgi arama işini, gelir kapısı yaptıklarından çok da hoş görüldüklerini söyleyemeyiz.
Sofistlerin bu derece göreceli yaklaşımı tabii ki bir rahatsızlık veriyor. Gerçekliğin olmadığı bir dünyanın var olma olasılığı, baktığı her yerde bir düzen aramaya alışkın insanoğlunu rahatsız ediyor. Bu nedenle, çağın siyasal gelişmeleri doğrultusunda sofistlerin “gerçeklik yoktur” varsayımını sorgulayan, gerçekliğe akıl yürütme ile başvurulabileceğini savunan Sokrates ve Sokrates’i bize anlatan öğrencisi Eflatun gibi felsefeciler ortaya çıkıyor. Felsefe kelimesi filozofi -bilgi sevgisi- kelimesinden geliyor ve kendilerini filozof olarak tanımlayanlar bilgi arayışı işini sofistler gibi para uğruna değil de, öğrenme aşkına yaptıklarını vurguluyorlar. Bu dönemde sofistlerle sık sık tartışmaya giren Sokrates, öğrencisi Eflatun’un da yazdığı üzere bütün tartışmaları Sokratik yöntem adını verdiğimiz yöntem ile kazanıyor ve bizi şuna ikna ediyor: Dışarıda bir gerçeklik bulunur ama ona erişmek herkesin harcı değildir. Eflatun’un yazdığı Mağara Alegorisi duvardaki gölgelerin, gerçeğin yansımalarının “gerçek” olarak kabülünü anlatır.
Sonuçta, Eflatun sonrası felsefeciler, gerçekliğe ulaşmak için Eflatun gibi “filozof kral” olmayı şart koşmasalar da gerçekliğin var olduğu fikrinde uzlaştılar. Eflatun’un “filozof kral” hayali gerçekleşmese de İskender’in Eflatun’un öğrencisi Aristo’nun öğrencisi olduğunu, dolayısıyla bilinen dünyanın neredeyse tamamını işgal ederken, kulağında Eflatun’un öğretileri bulunduğunu söyleyebiliriz.
Hristiyanlığın doğması ve Roma İmparatorluğunun resmî dini olarak dünyaya yayılması sonucunda, Roma-Katolik Kilisesi’nin bilgi, aslında da “gerçek” üzerindeki tekelini görüyoruz. Bu dönemde, gerçek ulaşılabilir olsa da, insan kavrayışının bu gerçeğe erişemeyeceği düşünülüyordu. Gerçeğe ulaşmak ancak vahiy ve tebliğ aracılığıyla mümkündü. Bu nedenle gerçeği arayanların onu kutsal kitaplarda ve onu yorumlayanların sözlerinde araması tavsiye edilirdi. Ortaçağın mottosunu Augistinus’un sözleriyle özetleyebiliriz: “İnanmak için anlıyorum”. Kilisenin ve ruhban sınıfının “gerçeklik” üzerindeki tekelinin yıkılması için Rönesans ve Reform hareketinin gerçekleşmesi gerekecekti.
-
Modernizm :
Kilisenin tekeli sadece bilgi ya da gerçeklik konusunda değildi. Ortaçağ diye bildiğimiz o dönemde, kilise siyasal bir güç olarak da kral ve prenslere meydan okumakta, üstüne üstlük kayda değer bir zenginliği de kontrol etmekteydi. Güç ile bu kadar iç içe geçen kilisenin yozlaşmasının yarattığı hoşnutsuzluktan da yararlanan siyasi güç sahipleri, Martin Luther’in kiliseyi yeniden düzenlemeyi hedefleyen Reformist Hareketi’ni destekleyerek, Katolik Kilisesi’nin gücüne meydan okudular. Bunun sonucunda Protestanlık mezhebi doğdu ve Avrupa 30 yıl sürecek mezhep savaşları sonucunda Katoliklik haricinde de mezheplerin varolabileceği konusunda bir uzlaşmaya vardı. 1648 yılında imzalanan Westphalia Barışı aynı zamanda ulus-devletin de doğmasını sağladı.
Videonun dili İngilizcedir, otomatik çeviri özelliği ile Türkçe altyazı eklenebilmektedir.
Katolik Kilisesi’nin siyasi gücünün kırılması, gerçeklik üzerindeki tekelinin de sarsılmasına yol açtı. Skolastik düşüncenin gerçeğin insan kavrayışının üzerinde olduğu inancı yerine, akıl, deney ve gözlem ile insan aklının evrenin sırlarına erişilebileceği düşüncesi yaygınlaştı. Özellikle fizik ve kimya konusunda yaşanan bilimsel gelişmeler, Descartes’ın “Bildiğim herşeyi unutabilirim ve yeniden öğrenebilirim” sözlerinde somutlaşan bir özgüvenin kazanılmasına yol açtı.
Aydınlanma Çağı’nın aklın evrenin sırlarına erişebileceği iddiası, toplumsal olanın da akıl tarafından anlaşılacağına dair bir inancın doğmasına yol açtı. “Pozitif” yani “müspet bilimlerin” deney ve gözlem gibi yöntemlerine öykünen Saint Simon ve August Comte gibi filozoflar, toplumsal olanı da olgulara dayanarak anlayabilecek “pozitif” bir toplum bilimi olması gerektiğini savundular. Gözlemlere dayanarak tümevarım yöntemiyle geliştirilecek kuramların, toplumsal kanunların keşfedilmesinde araç olabileceğini düşünen bu iki filozofun “socio” (toplum) ve “logos” (bilim) kelimelerinden yola çıkarak çağdaş sosyal bilimin doğmasını sağladıklarını söyleyebiliriz.
Pozitivizm, daha önce de tartıştığımız üzere araştırmacının dışında bir gerçekliğin varlığına ve bu gerçekliğin deney ve gözlem yöntemiyle keşfedilebileceğine inanır. Pozitivizmin mottosunu “düzen (order) ve ilerleme (progress)” olarak özetleyebiliriz. Tıpkı evren gibi toplumların da bir düzeni bulunduğu ve bu düzeni de tıpkı Newton’ın yerçekimi kanunu gibi evrensel kanunlarla anlayabileceğimiz düşüncesi hakimdi. Evrensel kanunlar, belirsizliğe yer vermezler ve kesin olurlar, elmaların her mekan ve her zamanda yere düşeceğini gösteren yerçekimi kanunu kadar da evrensellik taşırlar. Sosyal bilimcinin amacı da bu kanunları keşfetmektir; gerçek orada, dışarıda bir yerde, tamamen keşfedilmesini sağlayacak araçların geliştirilmesini bekler.
Gerçeğin zaman içerisinde keşfedileceğinin yanı sıra toplumların bir düzene sahip olduğuna olan inanç, Modernizm adı nıverdiğimiz dönemin doğmasıyla sonuçlandı.
Onyedinci yüzyıldan, yirminci yüzyılın sonlarına uzanan bir zaman diliminin egemen düşüncesi olan Modernizm, toplumların düzen içerisinde akıl ve bilgi yoluyla ilerleyebilmesini savunur ve özellikle ulus devletin doğuşuyla beraber Modern çağın egemen ideolojilerine esin kaynağı olur. Türkiye’nin modernleşmesinde de pozitivizmin önemli bir yeri bulunur, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nun reformistleri, gerekse de Jön Türkler Modernizm ve Pozitivizmden kayda değer oranda etkilenirler. Jön Türklerin önde gelenleri arasında yer alan Ahmed Rıza, Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp, Comte’un bilim ve gerçeklik anlayışını oldukça benimserler. Ziya Gökalp’in Türkiye’de sosyoloji biliminin kurucularından sayıldığını hatırlayalım. Bu noktada ismi hatırlanması gerekenlerden biri de Beşir Fuad, ölümünü bilimsel olarak gözlemleyecek kadar pozitivist olan Beşir Fuad, bileklerini keser ve ölürken hissettiklerini kaleme alır. Son olarak İttihat ve Terakki’nin ismindeki “terakki” kelimesinin, ilerleme olduğunu da bir kenara kaydedersek, pozitivist ve modernist bakış açısının Türkiye’nin kuruluşundaki etkisini daha da iyi anlamış oluruz.
-
Modernizm Sonrası - Post Modernizm:
Modernizmin bilimsel bilgiye dayanarak ilerleme iddiası, uzun bir süre kabul görse de; bilime ve akla verdiği merkezi rol eleştirilmekten uzak kalmaz. Martin Heidegger, Friedrich Nietzsche, Soren Kierkegaard, Max Stirner, Jacques Lacan, Edmund Husserl, Ludwig Wittgenstein, Michel Foucault, Jacques Derrida, Thomas S. Kuhn, Slavoj Zizek, Paul Feyerabend, Jean-François Lyotard, Gilles Deleuze, Jean Baudrillard gibi çok sayıda düşünürün çalışmaları, tek bir gerçeklik olduğu ve buna akıl ve bilim yoluyla ulaşılabileceği varsayımının sorgulanmasına yol açar.
Öncelikle, bilim, modernizmin tarif ettiği kadar siyasetin dışında durmaz; hatta Foucault’nun gösterdiği üzere bilim ve biliminsanları toplumsal güç ilişkilerinin içerisinde yer alır ve ürettikleri bilginin “mutlak” olduğunu iddia etmeleri, var olan sistemin meşrulaştırılmasına hizmet eder. Bu açıdan gerçeklik, siyasal olandan doğrudan etkilenmekle kalmaz; neyin gerçek olduğuna karar vermek de siyasal bir mesele haline gelir.
İkinci olarak, modernizmin sürekli gelişim iddiasının doğru olmadığı da postmodernist filozoflar tarafından dile getirilir, sürekli gelişim olabilmesi için bir herkes için iyi olan bir noktaya yönelik bir doğrusallık olması gerekir; oysa herkes için “iyi” iddiası da belirli bir kesimin diğerlerine “empoze” ettiği bir siyasal tercih olabilir.
Postmodernizmin gerçeklik konusundaki son itirazını da determinizm yerine olasılıkçı bir düşünme biçiminin önermesi olarak sayabiliriz. Özellikle çağdaş fizikteki gelişmelerden, Kuantum fiziğinin gelişmesinden ve Kaos teorilerinden yararlanan postmodernist düşünceler, kesinlik içeren nedenselliğin mümkün olmadığını vurgularlar, dolayısıyla evrenin nedensel kanunlarını keşfetmek de olanaksız hale gelir.
Özetle, postmodernizm tek bir gerçeğin olmadığı, farklı kişiler ve farklı toplumlar için farklı gerçekliklerin olabileceği iddiasıyla görelilik kavramını tartışmaya yeniden getirir. Biliminsanının ve araçlarının nesnel olmadığını, siyasal ve toplumsal olanla iç içe geçtiğini vurgular, bu nedenle de pozitivizmin toplumu ve evreni gözlemek için geliştirdiği araçlardaki mükemmellik arayışını boşa çıkarır. Son olarak da evrensel kanunların keşfedilemeyeceğini vurgulayarak, bilimsel bilgi arayışını açıklamaktan, anlamaya doğru yönlendirir.