1.2 Bilmenin Kaynakları
Belirsizlik ve Bilme Açlığı
Dennett’in derecelendirmesi şöyledir:
1. Darwinci canlılar, tesadüfi mutasyonlarla yaratılır, sonradan sabitleşmişlerdir. Ardından bu canlılar oldukları gibi “en güçlü olan hayatta kalır” testine tabi tutulur. Canlıların kendisi çevrede oluşan ve tecrübe edinen birer “hipotez”dir.
2. Skinnercı canlılar eylemleri tecrübe ederek dış çevrede öğrenebilirler. Faydalı eylemler güçlendirilir. Darwinci canlıları aşan gelişme ise hipotezlerin oluşumu canlıların içinde gerçekleşir. Canlılar birer sonuç haline gelir. İsmini B.F. Skinner’dan alır.
3. Poppercı canlılar, birkaç seçeneğin içinden eylemini önceden seçebilir. Kendi içlerinde dış çevre modeline sahiptirler ve böylece eylemlerin sonuçlarını, dış çevreyle ilişkilenmeden önce içsel olarak düşünebilirler. Zayıf hipotezleri ayırarak eylemde daha fazla başarı sahibi olurlar (Karl Popper’ın dediği gibi, “Bizim yerimize hipotezlerimizin ölmesine izin veriyoruz.”). Skinnercı canlıları aşan gelişme ise hipotezleri tecrübe etme canlıların içinde gerçekleşmiştir.
4. Gregorcu canlılar, oluşum ve test mekanizmalarını geliştiren bir iç çevre yaratmak için (fiziksel ya da dilsel) araçları dış dünyadan temin eder. İsmini Richard Gregory’den alır. Poppercı canlıları aşan gelişme ise bu canlılar gelişmiş bir oluşum ve tecrübe için doğrudan dışarısını kullanırlar.
5. Bilimsel canlılar, toplumsaldır. Dil, canlılar arasında iletişimi sağlar ve dolayısıyla da bilimsel yöntemleri beraberinde getirirler. Gregorcu canlıları aşan gelişme ise tecrübe aşaması toplumsal olarak yürütülür. Bu durum, tek bir bireyin yapabileceği hataları (“kamusal alanda hata yapmayı”) azaltmaya yardım eder.
Bilginin Farklı Kaynakları
Yaşam bu kadar belirsizliklerle doluyken, doğru bilgiye erişmek, doğru soruları sorabilmek ve doğru yanıtları verebilmek varlığımızı bu kadar etkilerken; en kısa yoldan, en maliyetsiz şekilde bilgiye erişmek için kullandığımız çok sayıda kaynağın varlığı da şaşırtıcı değil.
Kişisel Deneyimler ve Gözlemler:
Yaşama dair bilgimizin birincil kaynağı, kendi deneyimimiz; duyularımız ile edindiğimiz bilgi. “Dışarıda yağmur yağıyor” dedi kahramanımız; “Sırılsıklam oldum”. Burada kendisine “Emin misin?” diye sorma şansımız yok, eğer bizi kandırmak gibi bir amacı yok ise, dışarıda yağmur yağmasından dolayı ıslandığını söyleyebiliriz. Pekiyi, “Sınıf çok sıcak oldu!” nasıl bir bilgi türüdür? Kahramanımızın bireysel deneyimine dayandığı kesin. Ama bu tespit ne kadar doğru? Islanmış olmak -hala yalan söylemediğini varsayalım- bir fiziksel kanıta dayanırken, sınıfın sıcak olduğuna dair söyleminin fiziksel bir kanıtı var mı? Biraz daha sorgulayıcı olmaya çalışalım, hangi cümlesinde “doğruluk payı” daha fazla olabilir, hangisine daha fazla inanabiliriz?
Gündelik yaşamdaki bilgi arayışımızda, diğer kişilerin deneyim ve gözlemlerine ne kadar güvenebileceğimiz, o kişilerle aramızdaki ilişkiye bağlı. Eğer o kişi bize daha önce yanlış/yanıltıcı bilgi vermediyse onun doğrudan deneyimini ve gözlemini kabul etmemiz şaşırtıcı olmaz. Öte yandan, insanların kendi yakınlarının söylediklerine güvenme eğiliminin daha fazla olduğunu biliyoruz. Ailemiz ve akrabalarımızdan oluşan birinci halkamız, halkanın dışında kalanlara, yani yabancılara kıyasla daha güvenilir geliyor bize. Hatta, daha önce defalarca yanlış bilgi verdiğini bildiğimiz hısımlarımıza yabancılardan daha fazla güvenme eğilimimiz var, bu da bizim evrimle beraber yanımızda getirdiğimiz “hısımcılık” ya da “kabilecilik”. Tabii, bu birinci halkanın sadece akrabalık bağıyla sınırlı kalmadığını, hemşehrilerimizi, vatandaşlarımızı ya da insanları kapsayacak kadar genişleyebildiğini de hatırlayalım. Bir Marslıya mı inanırsınız, bir Dünyalıya mı? Başkalarına inanmak, yanlış da olsa inanmak, insanın sosyalliğinin doğrudan bir sonucu, inanarak ya da inandığımız göstererek sosyal yaşamımızı sürdürebiliyoruz.
Diğerlerinin deneyim ve gözlemlerine, “koşullu” bir inanç sergilediğimiz aşikâr. Pekiyi, kendi deneyim ve gözlemlerimize ne kadar inanabiliriz? İleride başka bir vesileyle değineceğimiz üzere Aydınlanma Çağı dediğimiz çağ, dünya hakkında bilgimizin güvenilir tek kaynağının “kendimiz” olduğunu söyleyerek başlıyor. Bebeğimizi yıkayacağımız küvetteki suyun sıcak olup olmadığını nasıl anlarız? Elimizi değil, dirseğimizi suyun için sokarak. Eğer bize sıcak geliyorsa, sıcaktır. Buna güvenmiyorsak, termometre de kullanabiliriz, ama bu kez de termometrenin doğruluğuna ya da gözlerimizin doğru okuduğuna güvenmemiz gerekebilir.
Videonun dili İngilizcedir, otomatik çeviri özelliği ile Türkçe altyazı eklenebilmektedir.
Su sıcaksa zaten dirseğimizin sıcağı hissetmesinden, çok sıcaksa yanmasından anlarız. Pekiyi, diğer konularda kendi kişisel gözlem ve deneyimlerimiz ne kadar güvenilir? Elimizi sıcak bir sudan çıkarıp, ılık bir suya soktuğumuzda kovadaki suyun soğuk geleceğini biliyoruz. Aynı deneyi farklı şekilde tekrar etsek. Elimizi soğuk bir sudan çıkarıp ılık suya soksak bu kez sıcak gelecek. Buna “görecelilik/izafiyet” diyoruz, deneyimlerimiz ve gözlemlerimiz ne yazık ki göreceli. Üstelik herkes sıcaklığı aynı şekilde hissetmiyor, bazıları sıcağı daha fazla hissederken, bazıları da soğuğa karşı daha duyarlı, bu da deneyimlerimizi subjektif/öznel kılıyor. Herkes kırmızıya baktığında aynı kırmızıyı görmeyebiliyor. Tat alma, lezzet de kişiden kişiye değişebiliyor. Bazı insanların dillerinde daha fazla tat alma hücresi olduğunu ve bu yüzden çikolata, dondurma ya da wasabi sos gibi lezzetleri “katlanılmaz” bulduğunu biliyor muydunuz?
Bir bilgi kaynağı olarak kendimize güvenimizi sarsacak başka bir gerçek de, hafızamıza güvenemeyeceğimiz. Zihinbilimsel çalışmalar, hatırladıklarımızın çok azının beynimizde doğrudan depolandığını gösteriyor, geri kalan her şeyi gerektiğinde yeniden inşa ediyoruz, üstelik inşa ederken de oldukça hatalı inşa edebiliyoruz. Bu konuda çok sayıda görgül çalışmaya imza atmış Elizabeth Loftus’un sözleriyle: “Birinin bir şeyi yüksek özgüven, detay ve hislerle size söylemesi o şeyin kesinlikle gerçekleşmiş olduğu anlamına gelmez. Hakiki anıyla mı yoksa başka bir sürecin ürünüyle mi karşı karşıya olduğunuzu anlamak için bağımsız doğrulamaya ihtiyacınız var.” İnsanın hafızası o kadar güvenilmez ki, ABD yargı sisteminde geçmişte görgü tanıklarına dayanarak verilmiş kararların büyük ölçüde yanlış olduğunu gösteren bir çalışma yapılmış durumda.
O zaman ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Kendi deneyimlerimizin öznel ve göreli; hatıralarımızın büyük oranda inşa edildiğini biliyorsak; başkalarının deneyimlerine ve bunları aktarmalarına ne kadar güvenebiliriz? İleride de ele alacağımız üzere, görgül çalışmalarımızın büyük bir kısmında başkalarından aldığımız bilgileri analiz ediyoruz. O bilgilere dair sorular bu kadar çok ise, çıkaracağımız sonuçlara nasıl güveniriz? İşte bilimsel düşünme süreci burada başlıyor, kendi deneyim ve gözlemlerimizden bile şüpheliysek, diğer bütün bilgi kaynaklarına karşı da şüphe taşımamız gerekir.
Gelenekler:
“Damdaki Kemancı” müzikalinin unutulmaz kahramanı Sütçü Tevye, oyunun hemen başında söylediği şarkıyla oyundaki temel gerilim hattı olan gelenekler ve değişim hakkında fikir verir: Gelenekler, Gelenekler… Hızla değişen yaşamın her gün önüne koyduğu “bulmacaların” çözümü açısından, bu soruların doğru yanıtlarını yüzlerce yıldır yaşadığı köydeki geleneklerde arar, bulup bulmadığını seyredip öğrenebiliriz hep beraber.
“Eğer diğerlerinden daha uzağı görebildiysem, devlerin omuzlarında yükseldiğimdendir” demiş Sir Isaac Newton. Bunu söylerken kendisinden önceki biliminsanlarının çabalarını kast ettiğini düşünüyoruz ama gelenekler için de aynısını söyleyebiliriz. Bizden öncekilerin deneyimlerini bize aktardıkları gelenekler, önümüze çıkan sorunların çözümü için iyi birer yöntem olabilirler, böylelikle de belirsizliği azaltmak için kendi deneme/yanılmamıza güvenmek zorunda kalmayız. Atalarımız bir ağacın meyvesini yemiyorlarsa, bizim de yemememiz doğru olabilir, böylelikle de ölmekten kurtulabiliriz.
Geleneklerin nasıl oluşup nasıl geliştiği başlı başına bir tartışma konusu. Bazı geleneklerin kaynakları eski alışkanlıklardan kaynaklanıyor olabiliyor, örneğin Şamanist geleneklerin izleri hala Türkiye’de görülebiliyor. Öte yandan Eric Hobsbawm’ın belirttiği gibi bazı gelenekler de “icat ediliyor”. Gelenekler pratik hayatın daha sorunsuz akmasını sağlayabileceği gibi gücü elinde bulunduranın yararına olanın devamına ve sorunların halının altına süpürülmesine de yol açabilir. Dolayısıyla özgün ve doğruluk payı taşıyan bir bilgi kaynağı olarak çok kıymetli olduğunu düşündüğümüz bazı geleneklerin, St. Petersburg Saraylarında icat edilip halka zorla empoze edildiğini öğrenmek, çok hayal kırıklığı yaratabilir.
Gelenek olarak bildiğimiz çoğu şeyin düşündüğümüzden daha yeni olduğuna dikkat çeken Hobsbawm, özellikle de ulus-devlet inşa sürecinde ulusal birliği pekiştirecek bazı sembollerin üretildiğini gösterir. Çok eski zamanlardan beri olduğunu düşündüğümüz geleneklerin büyük bir kısmının "icat edilmiş olduğunu" söyleyen Hobsbawn bu icat edilme sürecinde tarihe referans yapıldığını, bir süreklilik iddiasının bulunduğunu söyler. Oysa bu süreklilik çoğu zaman br uydurmadır. Bu yeni gelenekler özellikle 'ulus' ve 'ulus-devlet'e ait sembollerle, milliyetçilikle daha da hızlı biçimde yaygınlaşmış ve kabul görmüştür.
Eğer “icat edilmiş” değillerse, geleneklerin bilgi kaynağı olarak değerli olduğunu düşünenlerin bir kısmı da “halk psikolojisi” kavramına referans veriyorlar. Özellikle atasözlerinin, insanların içinde yaşadıkları dünyanın ve toplumun kurallarını aktarmak için kullanıldığını düşünüyorlar. “Atalar koruk yer, çocuklarının dişleri kamaşır”, “taşıma suyla değirmen dönmez”, “güneş balçıkla sıvanmaz” ve benzeri atasözleri başkalarının davranışlarını öngörmemiz için kuşaklararası bir aktarım olarak işlev görebilir. Başka bir bakış açısı da evrimsel psikolojiden esinlenmiştir, bugüne kadar gelen her geleneğin bir toplumsal ya da evrimsel işlevi olduğunu öne sürerler, bu yaklaşım geleneklerin işlevlerini anlamak için iyi birer rehber olsa da; “kötü” ya da “yanlış” olarak nitelendirilebilecek geleneklerin de meşrulaştırılmasına yol açabilirler.
Yaşamın durağan olduğu, zamanın ve mekanın sıkışmadığı, “akışkan” olmayan dönemlerde gelenekler bilgi kaynağı olarak iyi bir işleve sahip olabilir, sağ kalıma katkıda bulunabilirler. Ferdinand Braudel’in “Akdeniz Dünyası” adlı eserinde anlattığı gibi, bazen bin yıl boyunca yaşam pek değişmemiş olabilir, bir Anadolu köylüsü için İskender’in dönemiyle Sultan Süleyman dönemi arasında çok büyük bir fark olmayabilir. Böyle dönemlerde, geleneklere uygun davranmak insanları yaşamın belirsizliğinden koruyabilir, ataların verdiği yanıtlar, bizim de işimize yarayabilir.
Öte yandan bazen yaşam hızlanır, zaman ve mekan sıkışır ve dünya “akışkanlaşır”. Böyle bir durumda -ki Sütçü Tevye ne yazık ki böyle bir zamanda yaşar- gelenekler yeni dünyanın sorduğu sorulara yanıt veremez ve aciz kalırlar. Böyle dönemlerde geleneklere sarılmak, sorunların çözülmesine katkı sağlamadığı gibi, bilakis sorunları daha fazla karmaşıklaştırabilir. Tezahürünü Edmund Burke’te bulan “İngiliz muhafazakarlığı”, Fransız devriminin her şeyi altüst ettiği döneme bir tepkidir; zamanı ya da devrimi biraz yavaşlatmaktan ileri gidemediği de aşikar, hatta acil sorunların çözülmesini ötelediğinden daha fazla zarar verdiğini bile iddia edebiliriz. Gelenekler aynı zamanda cinsiyet eşitsizliği başta olmak üzere tüm eşitsizliklerin, güç dengesizliklerinin yeniden üretimini meşrulaştırabilir.
Yaşamdaki belirsizliği gidermek için geleneklere sarılmak yenilikleri, gelişmeleri bastırmayla sonuçlanabilir. “Eski köye yeni adet getirme!”, “eski ağza yeni taam olmaz!” gibi uyarılar insanların yaşamındaki gelişmeleri, dönüşümü engeller ve hatta olumsuz sonuçları olan pratik ve ritüelleri pekiştirir. Bu nedenle geleneklerin bilgi birikimimize katkısı kısıtlı kalır. İleride anlatacağımız üzere zamandan ve coğrafyadan bağımsız genelleme yapma arayışında olanlar için, bu tür bilgi kaynağı doğru yolu göstermekten çok, şaşırtır.
Otoriteye Güvenmek:
Başı sıkıştığında bir avukata, ya da hastalandığında bir doktora giden herkes otoritenin ne kadar önemli bir bilgi kaynağı olduğunu bilir. Özellikle günümüzde, yaşamın sorduğu sorular karmaşıklaştıkça ve toplumsal iş bölümü arttıkça, herkesin/sıradan insanın bilgisi geçerliliğini yitirir ve uzmanlıklar önem kazanır. İngiliz gazeteci Matt Ridley “Akılcı İyimser: Refahın Evrimi” adlı kitabında günümüzde yaşamın geçmişe kıyasla ne kadar iyi olduğunu anlatırken, uzmanlaşma ve iş bölümünün ne kadar arttığından dem vurur. Ortaçağ’da yaşamakta olan bir İngiliz vatandaşı bütün işlerini kendisi tek başına görürken ve ona hizmet eden hiç kimse yokken; günümüzde sıradan bir insan bile bir sürü insandan hizmet almaktır. Kahvaltısını ederken yediği yumurta onun için köylüler tarafından üretilir. Ekmekte kullanılan un uzak çiftliklerden gelmiş, çiftçiler buğdayı üretmek için bütün mevsim uğraşmışlar, değirmenciler Bay Ridley için unu öğütmüş, fırıncılar da pişirmiş. İçtiği kahve Guatemala’dan gelirken, portakal suyunda kullanılan portakallar da Şili’den gelmiş. Kahvaltısını bitirdiğinde, yirmi yıl iş deneyimine sahip bir şöförün kullandığı otobüs ile de iş yerine gidecek. İşte bütün bu uzmanlar Bay Ridley’ye hizmet ederken, ataları her işi kendileri kotarmaya çalışıyorlarmış. Modernleşmenin getirdiği bu iş bölümü ve uzmanlaşma; bugün yaşayan insanlara atalarıyla karşılaştırılmayacak kadar konforlu bir hayat sunuyor.
Sosyolojinin kurucu babalarından Emile Durkheim’ın da “Toplumsal İşbölümü” adını taşıyan kitabında da yazdığı üzere, çağdaş toplumların en önemli özelliği toplumsal iş bölümü, yani herkesin kendi işinde uzmanlaşması ve gerektiğinde diğer kişilerden hizmet alması. Böylelikle karşılıklı uzmanlaşmaya ve işbirliğine dayanan toplumların ilerlemesi mümkün oluyor. Her ne kadar uzmanlar Antik Çağ’dan bu yana var olsalar da, uzmanlığın ve uzmanlığa dayanan otoritenin Altın Çağı’nın modernleşmenin önemli bir özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Tabii, otoriteye ve uzmanlığa duyulan saygının ölümü de modernitenin eleştirisiyle başladı, bunu postmoderniteyi ele aldığımız bölümde daha detaylı tartışacağız.
Toplumsal iş bölümü ve uzmanlaşmanın yaygınlaşması, bilgi kaynağı olarak otoritenin önemini arttırınca, “bir bilene sormak” yaşamdaki belirsizliği azaltmanın iyi bir yolu haline dönüştü. Kendimiz deneme yanılma yöntemiyle ya da atalardan öğrendiklerimizle sorunları çözeceğimize uzmanlardan -bedelini de ödeyerek- öğrenmeyi tercih ettik. Hatta, eğitim sistemimiz de bir uzmanlaşma sürecine dönüştü. Uzmanlar bize kendi bilgi ve deneyimlerini -ödeyebileceğimiz bedelle- kısmen aktardılar, böylelikle de başka otoritelerin uzmanlığından yararlanabildiler.
Her işe kendini koşmaktansa, otoriteye devretmenin çok daha akıllıca ve “efektif” olduğu kesin. Ama bilginin salt kaynağını otorite olarak görmenin de sakıncaları olduğunu bilmekte yarar var. En önemlisi, uzmanlaşmanın otoritede bir tür körlük yaratması. Şimdi yaşamda karşılaştığımız uzmanların, uzmanlıklarını nasıl kazandıklarını düşünelim. İlk aklımıza gelen doktorlar ilkokuldan başlayarak neredeyse 25 yıl eğitim alıyorlar, bunun kayda değer bir kısmı da birilerinin yanında pratik yapmakla geçiyor. Üniversitelerdeki bölümlerin en azından bazıları mesleki formasyon veriyor, bazılarında da mezuniyetten sonra uzmanlık derecesi alınıyor. Çoğunlukla da diplomalar yeterli olmuyor, sonrasında staj, kurslar, sahada deneyim gibi süreçlerden geçilip “usta” sıfatı kazanılıyor. Görüldüğü üzere, uzmanlaşma aslında bir “tornadan geçme”, “şekil verilme” süreci; öğretim ve eğitim sürecinin her adımında başka otoriteler sizin yeterliliğinizi onaylıyorlar. Üniversite sınavı, yüksek lisans ve doktora giriş sınavları, doktora savunması, varsa uzmanlık ya da baro sınavı, iş görüşmeleri vesaire derken; uzmanlığa ulaştığınızda alanın otoriteleri tarafından -ki onlar da benzer bir torna sürecinden geçmişler- onaylanmış duruma geliyorsunuz. Her türlü farklılık, çeşitlilik ve “zehirli fikirler” temizlenmiş oluyor, uzmanlık steril ve korunaklı bir hale geliyor. İşte tam da bu yüzden uzmanlaşma süreci yanlış fikirlerin/yöntemlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasını da sağlıyor olabilir. Yanlış teşhisler, yanlış tedavi süreçleri veya yanlış tamir yöntemleri, ustadan çırağa, hocadan öğrenciye kolaylıkla aktarılabilir, böylelikle hatalar kat be kat zarar verebilir. Orta Çağ’da “kara ölüm” olarak da bilinen veba salgını sırasında hocalarının iyi öğrencileri olan Veba doktorlarının, hocalarının yanlış tedavilerini aynen uygulamaları yüzünden ölüm sayısını çok arttırdıkları söylenir.
Otoriteye güvenmenin hataları yaygınlaştırarak nasıl bir zarar verebileceğinin iyi bir örneğini 1993 yılında birkaç Wall Street borsacısı ve Nobel Ödüllü İktisatçılar Myron Scholes ve Robert C. Merton tarafından kurulan LTCM -Long Term Capital Management- adlı yatırım şirketinin başına gelenler gösteriyor. Şirket o dönemde çok popüler olan yatırım fonları (Hedge Fund) yönetiminde uzmanlaşmış, ilk yıllarında da Black-Merton-Scholes formülü adı verilen ve mucitlerine Nobel Ekonomi Ödülü kazandıran karmaşık risk hesaplama formülü kullanarak yapılan yatırımlarıyla iyi para kazanabiliyor. Formül o kadar iyi ki, piyasada işlem yapan diğer aktörler de bu formülü kullanarak risk hesaplamaları yapıyorlar ve formül bu alanda “Altın Standart” haline geliyor. Ancak, formülün tek bir zayıf noktası var, olağan günler için yapılmış, olağanüstü günlerin olağanüstü dalgalanmalarını öngöremiyor.
1998 Ağustos’unda Rusya, 1997 Asya Finansal Krizi’nin artçı depremi olarak da görülen bir şekilde, petrol fiyatlarındaki aşırı düşüş nedeniyle borçlarını ödeyemez hale geldi ve moratoryum ilan etti. Daha sonra IMF’in müdahalesiyle yüksek oranda bir devalüasyon yapıldı ve sonuçta o yıl Rusya ekonomisi %5 oranında küçüldü ve IMF’den 5 milyar dolar kadar borç almak zorunda kaldı. İlerleyen yıllarda petrol fiyatlarının yükselmesiyle, ekonomik durum bir sonraki krize kadar iyileşti. Ne yazık ki LTCM fonunun bir miktar yatırımı Rusya devlet tahvillerine yapılmıştı. 5 milyar dolar sermayesi olan fon, o tarihte piyasalara 100 milyar dolardan fazla borçlanmış durumdaydı ve “sihirli formül” sayesinde de iyi kar payı dağıtmaktaydı. Rusya’da Ağustos ayında bahsettiğimiz dalgalanmalar yaşanırken, formül böyle bir durumun gerçekliğini yadsımakta ve Rusya tahvillerini elde tutmayı önermekteydi. LTCM, birkaç gün içinde 5 milyar dolara yakın bir kayıpla karşılaştı. Eylül ayında sermayesi 250 milyon dolardan daha düşüktü ve bankalar fona el koymak üzereydi. New York Federal Bankası devreye girdi, 4 milyar dolar kadar bir destek fonu verdi ve fonun başka bir küresel finansal krize yol açmadan tasfiye edilmesini sağladı. 2000 yılında tasfiye işlemi bittiğinde LTCM kurucuları ve yatırımcıları bütün sermayelerini yitirmişlerdi, hem de tek bir formül yüzünden. LTCM gibi “batırılmasına izin verilmeyecek kadar büyük-Big to fail” olmayan diğer yatırımcılarsa piyasanın girdaplarında kayboldular. Merton ve Scholes ise hala itibarlı finans profesörleri ve insanlara akıl vermeye devam ediyorlar.
LTCM’nin kısa öyküsü uzmanlara aşırı güvenin nasıl yapılan hataların bir salgın gibi yaygınlaştığını bize gösteriyor. Şu anda içinde bulunduğumuz Koronavirüs salgınında uzmanların nasıl hatalar yapıp, o hataların tekrarlanması sonucunda insanlığın ne kadar zarar gördüğünü bize tarihçiler anlatacak.
Otoriteleri bilgi kaynağı olarak görmekteki başka bir sakınca da, otorite diye bildiklerimizin çoğu zaman uzmanlık alanları dışında da görüş belirtmeleri. Bir konuda uzmanlaşıp otorite haline gelmek için neredeyse çeyrek asırlık bir eğitim ya da konuyla ilgili eğitim almak gerektiğini söylemiştik. Bu uzun süreç sonucunda da bir konuda uzman haline geliyorsunuz, ama sadece o konuda. Ama günümüzün medya-sosyal medya güdümlü dünyasında, sadece uzmanlığınızla ilgili konularda değil, diğer konularda da görüş belirtmeye başlıyorsunuz, hatta başka bir konuda uzmanlığınız ve belki de onun size getirdiği akademik sıfat nedeniyle de saygı görmeye başlıyorsunuz. Oysa uzmanlığınız dışındaki konularda sıradan bir insandan daha fazla bilgi sahibi olmanız mümkün değil. Buna mantıkta “argumentum ab auctoritate” (otoriteye başvurma hatası) deniyor, iki türlü olabiliyor. Birincisi söyleyen otorite olduğu için uzmanlığı olan konuda söylediği herşeyi doğru kabul etmek, ikincisi söyleyen otorite olduğu için uzmanlığı olmayan konuda da söylediklerini doğru kabul etmek. Koronavirüs süreci bu iki hatayı da bol bol yaptığımızı gösterdi.
“De omnibus dubitandum est!”
Bilginin sıradan kaynaklarını tartıştığımız bu bölümü kapatmadan önce başladığımız sorulara geri dönelim. Bildiğimizden emin olduğumuzu söylediğimiz bazı kavramlar vardı: Bugünün tarihi? Adınız? Hava sıcaklığı? Yarın yağmur yağıp yağmayacağı? Koronavirüs teşhisi konmuş kişi sayısı? İşte bu bilgileri hangi bilgi kaynaklarından edindiğimiz, doğruluğuna ne kadar güvendiğimiz, bahsettiğimiz hataların hangilerinden etkilenmiş olabileceğini bir düşünelim. Ve en önemlisi, “adımız gibi emin” olduğumuz bu bilgileri nasıl teyit edeceğimizi bilip bilmediğimizi de kendimize soralım.
Düşünmemiz gereken başka bir konu da, kitabımızın esas ilgi alanı olan “kırılgan gruplarla çalışırken” bu bilgi kaynakları ne kadar güvenilirler? Kendi deneyimimize ya da başkalarının deneyimlerine, gözlemlerine güvenebilir miyiz? Öznellik, görelilik, yanlış hatırlama gibi sorunlar; bu alandaki çalışmalarımızı ne kadar etkileyebilir? Verilerimize nasıl erişiyoruz? Kaynaklarımıza ne kadar güvenebiliriz? Anlatılar “gerçeği” ne kadar yansıtabilir? Gelenekler bu konuda ne kadar güvenilir bilgi verebilirler, zaman onlara çok güvenebileceğimiz durgun bir zaman mı, yoksa “akışkan” bir dünyada mı yaşıyoruz? Pekiyi, özellikle “otorite”ler ne kadar güvenilir bizim çalıştığımız konularda? Kim adına, kimin ağzından, kimin için konuşuyorlar otoriteler? En önemlisi, otoriteler, kendi alanlarında mı konuşuyorlar, yoksa “otorite kayması” yaşanmış mı?
“Bu kadar şüpheyle yaşanmaz!” mı diyorsunuz? Ama bilim şüphe duymaktır, özellikle kendinden ve bildiklerinden. “De omnibus dubitandum est”, Latince “Her şeyden Şüphe Et!”. Descartes’ın felsefi ilkelerini özetleyen bu cümleyi Marx, kızlarının ödevlerini kontrol ederken sık sık kullanırmış. Biz de bu bölümü öyle bitirelim. “De omnibus dubitandum est!”