1.3 Bilimsellik Nedir?

Yöntem derslerinde sorduğumuz basit bir soru ile tartışmayı başlatalım: “Sizce bilimsellik nedir?” Ya da başka bir şekilde soralım, “bilimsel olanla olmayanı nasıl ayırt edebiliriz?” Kendinize bir dakika verin ve kenara yazın.

Bu soruyu sınıfta sorduğumuzda aldığımız yanıtlardan birkaç tanesini buraya koyalım:

“Bilimsel bilgi deneye ve gözleme dayalıdır. Belli ölçütlere dayalıdır. Eleştiriye açıktır. Ampiriktir. Yanlışlanabilir. Bilimsel olmayan bilgi de geleneklere dayalıdır.”
“Bilimsel bilgi, deneyler ve gözlemlerle ispatlanmış, yere ve zamana göre değişmeyen, çürütülmediği sürece herkes tarafından kabul edilmiş bilgi türüdür. Mesela; su deniz seviyesinde 100 derecede kaynar. Yer çekiminin etkisi olduğu için değişir yoksa aynıdır.”
“Bilimsel bilgi bir şeyin üzerine daha fazla bilgi katarak o konuyu bilimsel bilgi yapar ama bilimsel olmayan bilginin bilimsel olan bilgiden ayırt edecek olursak bilimsel bilginin bir kaynağı dayanağı ya da ispatı vardır. Kanıtlanabilir ama bilimsel olmayan bilginin bir dayanağı ispatlanabilirliği yoktur. Bilimsel olmayan bilgide deney ve gözlem yoktur. Bilimsel bilginin ispatlanmasındaki evre ise kanunlaştırmaktır. Bir bilginin bilimsel olduğu kanıtlandığı zaman kanunlaşır ve o bilgi bilimsel olarak kalır." 

 

Öğrencilerimizin tek bir yılda bu soruya verdikleri yanıtlardaki sözcük dağılımına baktığımızda, en sık tekrarlanan sözcükler arasında “deney”, “gözlem”, “araştırma”, “kesin” ve “mantıksal” kelimeleri ön plana çıkıyor. Yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz üzere, bizim için bilimsel olan ile bilimsel olmayan arasındaki fark; deney, gözlem ya da araştırmaya dayanıp dayanmaması. Muhtemelen sizin de yanıtlarınız arasında benzer bir yanıt bulunur.

 

Hatta bilimsel süreci yukarıdaki gibi tanımlayıp, bu süreç takip edilmiyorsa bulguların bilimsel olmadığını iddia edenler de görülebilir. Yanlış bir yanıt mı? Hayır. Belirli bir paradigma içerisinde doğru bir yanıt. Doğru ve “demode” bir paradigma.

 

Bilimin mutlaka deney ve gözleme dayanması gerektiğine dair inancımız okulda aldığımız eğitim ile doğrudan ilişkili. Hepimiz, dünya hakkındaki bilgimizin temellerinin atıldığı ilkokul eğitimimiz sırasında bilimin deney ve gözleme dayanması konusunda neredeyse şartlandık. Yukarıdaki video, ilkokul üçüncü sınıf öğrencilerine bilimsel sürecin gözleme dayanarak başladığını söylüyor. Tıpkı Aydınlanma Çağı’nın yöntem üzerine düşünen diğer filozofları gibi. Oysa o dönemden beri alınan mesafe, bilimsellik konusunda daha “zarif” bir ayrımı geliştirmemiz gerektiğini bize gösterdi.

Öncelikle bilimin amacını tanımlayarak başlayalım. Daha önce de tartışmıştık, “belirsiz” bir dünyada yaşıyoruz ve bu belirsizliği azaltmak istiyoruz. Belirsizliği azaltmanın en iyi yolu, dünyayı nedensel ilişkiler ağı ile açıklamak. Örneğin, kahramanımız “ıslandım, çünkü dışarıda yağmur yağıyordu” diyorsa, ıslanmasının nedeni yağmur yağmasıdır, yağmurdan dolayı ıslanmıştır. Bu nedensel ilişki ne kadar genellenebilir? Genelleyebilmemiz için cümleyi şu şekilde değiştirmemiz gerekir: “her yağmur yağdığında, ıslanırım.” Eğer yanımızda bir şemsiye taşımayı akıl etmiyorsak bu genelleme de geçerli olabilir. Bu noktada genelleme olabilmesi için cümlenin bazı ögelerden ayıklanması gerekir. Özne, mekan ve zamandan bağımsız genellenebilecek bir çıkarım hedeftir. Deneyelim, önce özneyi düşelim, çünkü genelleme olabilmesi için bir tek benim değil, başka insanların da başına gelmesi gerekir bu deneyimin. “Herkes yağmur yağdığında ıslanır.” Doğru. Mekândan ve zamandan da arındıralım: “herkes, her yerde, her zaman yağmur yağdığında ıslanır.” Şimdi bu bir genellemeye yaklaşmış durumda, çünkü yağmur yağdığında bazen ıslatıyor, bazen ıslatmıyorsa; bazı yerde ıslatıyor ve bazı yerde ıslatmıyorsa, yaptığımız genelleme belli bir coğrafya ya da zamanla kısıtlı kalır. Tam bu noktada, haklı itirazlar gelebilir. “Yanımda şemsiye varsa ıslanmam”, “eğer evdeysem ıslanmam”, “bir kayanın altında saklandıysam ıslanmam” vesaire. Dolayısıyla, genellememizi bu tür itirazlara karşı korumak için bir Latince deyimin arkasına saklanmamız gerekir: “ceteris paribus”, yani diğer her şey sabitken. Şu anda elimizde, yaşadığımız dünyaya dair test edilmeye hazır bir nedensel ilişki bulunuyor.

Şimdi bilimsel olan/olmayan ayrımındaki ilk adımımızı atmış durumdayız. Bilim, öznel deneyimlerden yola çıksa da, genel olanla ilgilenir. Hepimizin öznel deneyimleri çok değerli olsa da, bu deneyimlerin diğer insanlar, ülkeler ve zamanlar için de ilginç olabilmesi için genellenebilir olması lazım. Bu bizim bakış açımızdan bilimsel yaklaşımın iki temel unsurunu getiriyor: Kuram ve Veri.

Kuram (teori), gündelik yaşamda kullanıldığında anlamı çok fazla esneyen bir kavram. Yine durup bir düşünelim, kuram ne anlama gelir? Aklınıza gelen kuramlar var mı? Örneğin Evrim Kuramı dediğimizde aklımıza gelen şey ne? Böyle sorduğumuzda hemen aklımıza “gerçek yaşamdan”, “pratikten”, “gerçeklerden” uzak, biraz da “kâğıt üzerinde kalan” bir dizi önerme geliyor çoğunlukla. Evrim Kuramı konusundaki tartışmaların bir kısmının “o daha kuram, henüz ispat edilmedi” ekseninde gerçekleşmesinin sebeplerinden biri de “gerçekten uzaklık” iddiası. Ya da “bu söylediklerin kuramda (teoride) kalıyor, işin pratiği böyle değil” gibi teorik-pratik diye hayali bir eksen inşa edilmesi de kurama verilen bu anlamla ilişkili. Bu da bizim aldığımız eğitimin bilimi tanımlama biçiminin doğrudan bir sonucu.

Oysa kuram, evreni anlamlandırma çabamızdaki en önemli unsur. Bilim insanları birbirleriyle kuramlar aracılığıyla iletişim kurarlar. Kuramlar, belirli bir konuda birbiriyle ilişkili biri dizi önermeler bütünü, o konuda sorduğumuz soruların yanıtları. Bu önermelerin bir kısmı test edilmiş olabilir, bir kısmı da gelecekte test edilebilir. Kuram, önümüze çıkacak başka soruların da yanıtlarını içerebilir. Dünyanın her yerinde bilim insanları, çalıştıkları alanda ilişkili kuramlardan yola çıkarak deneyler ve gözlemler yaparlar ve bulgularını birbirleriyle paylaşırlar. İşte bu kolektif çabanın sonucunda kuramlar da değişir, zenginleşir ve bazen de ölürler. Bu açıdan kuram; bizi pratik dünyadan uzak tutan bir dizi kitabî bilgi değil, bilakis pratik dünyayı algılamamızı ve birbirimizle konuşabilmemizi sağlayan bir rehber işlevi görür. Her araştırma önerisi kuramla ilişkilenmek zorundadır.

"Biz sosyal bilimciler için teoriler sosyal gerçekliği anlamak için önemli rol oynarlar. Belirsizliği asla sıfıra indirgemeseler de, yaptığımız genellenebilir çıkarımlar içinde bulunduğumuz dünyanın karmaşıklığını bir nebze azaltır, kavrayabileceğimiz bir hale getirir. Bir grup sosyal bilimci için teoriler ortak dili oluşturur; gerçekliklerle test ettiğimiz, çoğunlukla yanlışladığımız ve geliştirdiğimiz teoriler aracılığıyla konuşuruz, bilgimizi birbirimize iletiriz, böylelikle sosyal bilimcinin dünyayı anlama çabasına katkıda bulunuruz. Ve teori kelimesi, antik Yunancada tiyatro kelimesiyle aynı kökten gelir. Theoros (izleyici), theoria (spekülasyon) ve theory (zihin şeması) kavramları bu kelimenin evrimini gösterir. Bu evrimin bize hatırlattığı en önemli şey, dünyayı anlamakta kullandığımız teorilerin açıklamayı amaçladıkları gerçekliğin tabii ki kısıtlı bir temsili olduğudur. Her temsil gibi, sınırlı, önyargılı ve kırılgan olması kaçınılmazdır." Erdoğan, 2020

 

Meraklısına Ek Kaynak:  "TeknoSeyir Röportajı: Evrim Çürütülmüş Bir Teori mi?" isimli videoya göz atabilirsiniz. 

 

Kuramın pratikle doğrudan ilişkili olduğunu söyledik. İlerleyen sayfalarda kuramın pratiği üretmemizi de etkilediğini detaylı bir şekilde tartışacağız. Kuramın tek başına bütün bilimsel faaliyeti oluşturduğunu söyleyemeyiz. Kuramı kitabî bulup, bilimsel sürecin dışında konumlandıranlar olduğu gibi; tam tersine en erdemli bilimsel çalışma yönteminin kuramsal tartışmalar olduğunu düşünen ve veriye dayanan çalışmaları ikincil bulanlar da olur, o bakış açısıyla veri, kuramdaki zarafeti bozar. Oysa Ian Hacking’in de söylediği gibi kuramlar dünyanın nasıl olduğunu anlatmaya çalışır, temsil eder; veriler ve bunu izleyen teknolojik gelişmeler de dünyayı değiştirir; yani müdahale ederiz. Temsil ve müdahale, bilimin amacının iki temelini oluştururlar.

Bilimselliği tanımlama yolunda bir adım daha atmış durumdayız, bilimsel olan, hem kuramsal olarak birbiriyle ilişkili bir dizi mantıksal ilişki içeren bir genelleme yapmayı; hem de bu genellemeleri verilerle desteklemeyi hedefler.

Bilimin kuramları nasıl geliştirdiğimizle ilgilenen, bilginin üretimiyle ilgilenen alanına “epistemoloji”, kuramlarla veriyi ilişkilendirdiğimiz “veri toplama” süreçleriyle ilgilenen alana da “yöntembilim” diyoruz. Çalışmamız araştırma yöntemlerine dair olduğundan, epistemolojik tartışmalara burada çok kısa değinip geçeceğiz ancak hepimizin yöntemsel tercihlerinin ontolojik ve epistemolojik duruşlarımızın gölgesinde olduğunu her zaman hatırlamamızda yarar var.

“Bilimsel olanı, bilimsel olmayandan nasıl ayırırız?” sorusuna verilen yanıtların çoğunlukla gözlem ve veri içerenin daha bilimsel olduğuna dair bir gönderme içermesi, bizim bilgi kuramı hakkında aldığımız eğitimin “pozitivist” dediğimiz epistemolojik görüşün etkisinde olmasından kaynaklanıyor. Pozitivizm elimizdeki tek epistemolojik görüş değil, başka yaklaşımlar ve yorumlamalar da var, ancak eğitiminizin bir aşamasında karşılaşmamışsanız onları duyma olasılığınız çok fazla değil. Alternatif açıklamaları “gerçeklik var mı?” sorusunu tartıştığımız bölümde kısaca tanıtacağız. Ancak öncesinde bilimsel olan ile bilimsel olmayanı ayırt etmek için iyi bir aracı size sunmak istiyoruz: Yanlışlanabilirlik.

 

Videonun dili İngilizcedir, otomatik çeviri özelliği ile Türkçe altyazı eklenebilmektedir. 

Meraklısına Ek Kaynak: Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için "Ne Kadar Eminsek O Kadar Yanılırız': Bilgi Arayışında Yanlışlamacılık ve Karl Popper" isimli videoya göz atabilirsiniz. 

 

“Yanlışlanabilirlik” ilkesi, bilim felsefesi üzerine çalışan Karl Popper’ın bir keşfi. Kendisi Viyana’da zengin bir entelektüel çevrede büyümüş, ilk başta “Viyana” pozitivizmi denen akımı benimsemiş. Ama bir süre sonra bu tür akıl yürütmenin yanlış olduğuna kanaat getirmiş ve bilimsel olanı bilimsel olmayandan ayırmak için bir kriter arayışına girişmiş. Önce Viyana’da, daha sonra da İkinci Dünya Savaşı sonrasında göçmek zorunda kaldığı Londra’da, London Sshool of Economics çatısı altında yürüttüğü çalışmalarda hem bilim felsefesi üzerine düşünmüş; hem de ideal bir siyasal düzenin nasıl olması gerektiğini özellikle de “Açık Toplum ve Düşmanları” adlı çalışmasında tartışmış.

Popper, döneminin egemen anlayışı olan kuramların deneylerle doğrulanmasının, mantıksal bir hata olduğunu iddia ederek çalışmasına başlar. Özellikle de bilimin yeni deneylerin sağladığı bilgilere dayanarak ilerlediği görüşünün yanlış olduğunu öne sürer. Ona göre bilimin ilerlemesi bildiklerimizi doğrulayarak değil, yanlışları ayıklayarak mümkün olabilir. “Siyah Kuğu” metaforuyla açıkladığı “yanlışlanabilirlik” ilkesi ile “beyaz kuğu”nun sayısının önemsizliğini gösterir.

Kaptan Cook, Avusturalya’yı ziyaret edene kadar, insanlar dünyadaki bütün kuğuların beyaz olduğunu düşünüyorlarmış. Çünkü gördükleri bütün kuğular beyazmış. Buradan tümevarım yöntemiyle “Bütün kuğular beyazdır” bilgisine erişilebilir. Bu görüşü doğrulamak için de gözlem yaptığınızı düşünelim, kuğuları gözlemliyorsunuz ve gördüğünüz bütün kuğular beyaz. Biraz düşünelim, bu kuramı doğrulamak için kaç tane beyaz kuğuya ihtiyacınız var? Tüm kuğular? Dünyadaki bütün kuğular, geçmişteki bütün kuğular ve gelecekteki bütün kuğular. Pekiyi, yanlışlamak için kaç tane siyah kuğuya ihtiyacınız var? Aslında sadece bir tane. Kaptan Cook, Avusturalya gezisinden dönerken yanında getirdiği tek bir siyah kuğu ile egemen görüşü yıkarak, tüm kuğuların beyaz olmadığını göstermiş. Şimdi hepimiz kuğuların beyaz ya da siyah olabileceğini biliyoruz, bunun için varsayımın hatalı olduğunu gösteren tek bir siyah kuğu yeterli oldu.

İşte bu deneyimden yola çıkan Karl Popper, bilimde de kuramlarımızı doğrulayan değil, yanlışlayan örnekleri aramamızın doğru olacağını düşünüyor. Çünkü ne kadar çok gözlem ya da deney yaparsak yapalım, bilgimiz sadece elimizdeki verilerle sınırlı kalır, bu verilerden yola çıkarak yapacağımız genellemeler, o verinin kısıtlarını taşır. Oysa henüz yapılmamış deney ve gözlemler bulunduğundan, elimizdeki kuramın doğru olduğunu söyleyemeyiz; bu nedenle “kuramın henüz yanlışlanmadığı” doğru ifade.

Popper, bilimsel olan ile bilimsel olmayan arasındaki ayrımın yanlışlanabilirlik olduğunu öne sürer. Bilimsel bilgi yanlışlanmaya hazır önermeler/hipotezler üretir, bu önermeleri test eder. Test ederken de amaç doğrulamak olmaz -bütün beyaz kuğuları bulmanın imkansızlığı gibi-, yanlışlamayı amaçlar. Eğer bir önerme verilerle yanlışlanmıyorsa, o önermeyi geçici olarak kabul edebiliriz. Yanlışlanıyorsa, o önermeyi yanlış kabul edip, yerine başka bir önermeyi yanlışlamaya hazırlanmamız gerekir. Yanlışlanan önerme ise onu ürettiğimiz kuramda değişiklik yapmayı gerektirir.

“Diyelim ki, çocuğumuza okulda öğretildiği gibi, suyun 100 santigrat derecesinde kaynadığının bilimsel bir yasa olduğuna inanmakla işe başlıyoruz. Doğrulayıcı durumlar ne denli çok olursa olsun, bunu kanıtlamaya yetmez; ama geçerli olmadığı durumları arayarak, bunu sınayabiliriz.(…) Hayal gücümüzü yeterince işletirsek, çok geçmeden, suyun kapalı kaplarda 100 santigrat derecesinde kaynamadığını keşfederiz. Böylelikle bilimsel bir yasa sandığımız şeyin öyle olmadığı anlaşılır. Şimdi, bu noktada yanlış yola sapabilir, baştaki önermemizi, deneyci içeriğini şöylece daraltarak kurtarmaya çalışabiliriz ve bundan sonra, üçüncü önermemizi yalanlama yolunda sistemli bir girişime başlayabiliriz. Ve bu böylece sürüp gider. Elbette örneğimiz bu biçimde devam etmemeli; çünkü önceki bölümde görüldüğü gibi bilim daha fazla içerik peşindedir, daha az değil. O zaman yanlışlama durumunda ilkinin engelini açıklayabilen başka bir kuram geliştirmeliyiz. Örneğin kendimize sorar ve bu böyle devam ederse; bilgimizi artırır ve daha iyi bir kuram arayışımızı yeniden başlatır." Duran, 2020

Eğer bir kuram, yanlışlanabilir argümanlar üretmiyorsa, kendisini yanlışlayabilecek her durumu açıklayabilecek şekilde esniyorsa; Karl Popper’a göre bu bilim değil, metafiziktir. Popper’ın metafizik  örneği olarak verdiği üç örnek, kendisinin neden pek sevilmediğini açıklar: Marxizm, Psikanaliz ve Astroloji.

Popper’ın Marksizm hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkün olabilir:

“Marksizm'in olası yanlışlayıcıları yoktur. Marksistler hangi durumda Marksizm'i terk edeceklerini açıklamayı reddederler (Popper, 1989). Zaten hiçbir başarısızlık onların Marksizm'i sorgulamasına yol açamaz.  Marksizm her zaman fazlasıyla genel ve sınanamayacak varsayımlarla iş görür. Neredeyse hiç bir şeyi yasaklamaz. Sadece sınıflara, ekonomiye, topluma dair bir yığın sınanamaz kurgu üretir. Marksizm kehanetlerde bulunmak üzere oluşturulmuş bir sistemdir (Popper, 1989). Marksistler durmadan kehanetlerde bulunurlar. Ama henüz hiçbir kehanetlerinin doğru çıktığı görülmüş değildir (Popper, 1989). Sınanamaz varsayımlara dayanması, Marksizm'e gerçekleşen bütün başarısızlıkları bir şekilde açıklama gücü kazandırmıştır (Popper,1962). Zaten bu nedenle Marksizm, zaman içerisinde yapılan eklemelerle yamalı bohçaya dönmüştür. Asla çürütülemez çünkü olabilecek her şeyi bir şekilde kapsama yeteneğine sahiptir (Popper,1962).” Kabakcı, 2019.

 

Popper’ın Astroloji ve Psikanaliz konusundaki görüşleri de benzer argümanlara dayanır, bu iki alan da yanlışlanamaz hipotezler ürettikleri ve kendilerini doğrulayan gözlemleri özellikle arayıp buldukları için, bilimsel olmaktan çok metafizik bilgiler olarak nitelendirilir

Popper’ın Marksizm, Psikanaliz ve Astroloji alanlarına getirdiği eleştirilerin çok sempatik olmadığı aşikar, bu yüzden de metinlerini doğrudan değil, dolaylı okuyanlar için kendisi lanetlenmiş bir filozof olarak bilinir. Öte yandan, daha sonra bilim felsefecilerinin yaptığı çalışmalar, özellikle de Kuhn ve Lakatos’un çalışmaları bilimsel bilginin ilerlemesinin sürekli yanlışlama ile olmadığını gösteriyor.

Hipotezlerin yanlışlanması, kuramın tamamen çöpe atılmasıyla sonuçlanmadığı gibi, biliminsanları da araştırma çalışmalarını kuramdan başlatmıyorlar, onun öncesinde de bizim kişisel/idiografik diyeceğimiz, bir ölçüde de tümevarıma benzeyen sezgisel bir süreç yer alıyor. Her ne kadar Popper’ın bize önermiş olduğu bilimsel pratik yöntemi tartışılır olsa da, dünyayı anlamak için yanlışlanabilirlik ilkesi, çok işe yarar bir perspektif sunar.