6.2 Yanıt Verme Süreci
Beşinci bölümde tartıştığımız örnekleme yöntemleri, anket çalışmalarındaki hataların sadece bir kısmını oluşturur. Sahadan, insanlarla görüşerek toplanan veriler çoğunlukla çok da fazla tartışılmayan bir başka hatayı, sorulara yanıt verirken yapılan hataları (response error) da içerir. Yanıt verme hatası, görüşülen kişinin aslında vermesi gereken “sahici” yanıtı değil, başka bir yanıtı vermesi anlamına gelir; bu durum görüşmede kullanılan araçtan ya da görüşülen kişinin kendisinden kaynaklanabilir. Dolayısıyla insanlara soru sorarak derlenen veriler üzerine kurulan çalışmalar bir olasılıkla “sahici” olmayan yanıtlara yaslanırlar ve ölçülmesi güç bir hata payı içerirler.
Üstelik bu hata sadece anket çalışmalarına değil, bireylerin görüşlerini aktardıkları derinlemesine görüşme ya da odak grup çalışması gibi bütün veri toplama yöntemlerinde gözlemlenir. Bu nedenle, insanların nasıl yanıt verdiğine odaklanacağımız bu bölümde öğrendiklerimizin bütün diğer yöntemler için geçerli olduğunu aklımızda tutmamız gerekir, bütün yöntemlerin bu süreçleri kusur ve hatalarla karşı karşıyadır.
Bireylerden toplanan verilerin “sorunlu” olabileceğini ilk olarak dikkati çeken kişilerin başında ABD’li siyaset bilimci Philip Converse yer alır. ABD’nin kamuoyunu nabzını tutma konusunda en önde gelen ülkelerden biri olduğu söylenebilir. Aslında kamuoyu araştırmalarının ABD’de doğup diğer ülkelere yayılan bir pratik olduğunu söylemek de hatalı olmaz. Gerek ABD hükümeti, gerekse de akademik ve ticari kuruluşlar kamuoyunun nabzını tutmak için çok uzun zamandan beri anket çalışmaları yürütürler. Gallup’ın 1936 Zaferi ve 1948 Yenilgisi’ni ve yol açtığı tartışmaları örneklemi anlattığımız bölümde detaylı tartışmıştık, ki 1930’lar kamuoyu araştırmaları ve anketler için ergenlik dönemi sayılacak bir döneme işaret eder, daha önceki bilimsel olmayan araştırma yöntemleri yerlerini daha gelişmiş yöntemlere bırakmaktadır. Bu konudaki akademik yayınlara yer veren the Public Opinion Quarterly adlı derginin ilk sayısı 1937 yılını işaret eder -paradigmaların nasıl büyüyüp kurumlaştığını hatırlayalım-, meslek kuruluşu sayılabilecek American Association for Public Opinion Research (AAPOR) 1948 yılında hayata geçer. Amerikan seçmeninin nabzını tutmayı amaçlayan American National Election Studies (ANES) 1948 yılından itibaren düzenli olarak seçim çalışmaları yürütür ve verilerini kamuoyuyla yürütür. Anket çalışmalarının niteliğini yükseltmeyi hedefleyen başlıca kurumlardan Survey Research Center 1946, Roper Center ise 1947 yılından beri bu alanda çalışır. Görüldüğü üzere anket çalışmaları söz konusu olduğunda ABD merkez ülke konumunu yaklaşık 80 yıldır korur. Bu nedenle bu konudaki yöntemsel ilerlemelerin ve “sıçramaların” da ABD’de olması şaşırtıcı olmaz.
Betimlediğimiz hem veri, hem de kuramsal tartışmaların zengin bir biçimde bulunduğu bu ortamda Converse, Survey Reserch Center’daki 1956, 1958 ve 1960 seçim araştırma verilerini yakından inceleyerek işe başlar. Bu üç yıllık veri setini analiz eden Converse ankete katılanların güvenilmeyecek kadar tutarsız olduğunu ortaya koyar. Eldeki veriler, görüşülenlerin üçte ikisinin ikişer yıllık arayla yapılan anketlerde görüş değiştirdiğini, örneklemin ideoloji gibi kavramlar hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını göstermektedir. Görüşülen kişilerin büyük bir kısmı, siyasal tartışmaların odağını oluşturan konular hakkında bilgi sahibi olmadığı gibi; bu konulardan yola çıkarak tek boyutlu bir endeks -sağ-sol, ilerici-muhafazakâr- inşa etmek mümkün bile değildir, çünkü ankete katılanlar aynı anket içinde bile tutarsız davranmaktadır. Converse’ün “tutumsuzluk” (non-attitudes) adı verdiği bu durumun, kamuoyunu anket yöntemiyle ölçme amacı taşıyanlarda ne kadar hayal kırıklığı yarattığını kolayca tahmin edebilirsiniz. Eğer insanlar bu kadar tutarsızsa, bu insanlardan toplanan verilere ne kadar güvenilebilir?
Converse’ün büyük fırtına koparan çalışmasına gelen yanıtların, görüşülen kişilere inancı tazelediğini söyleyemeyiz. Bazı yazarlar, aynı veri setine daha iyi analizler uygulayarak, görüşülen kişilerin Converse’ün tarif ettiğinden biraz daha tutarlı olduğunu gösterdiler. Ayrıca, ilgili yazında sorunun yanıt verenlerde değil, soruların biçimlerinde olduğuna da dikkat çekildi; daha “iyi” sorular sorulduğunda insanlar daha tutarlı yanıt veriyorlardı. İdeolojik tartışmaların yoğunlaştığı 1970’lerde yapılan anketlerde bulgular daha yüksek ideolojik tutarlılık gösterince yanıt verme sürecinde “zamanın ruhunun” önemini de vurgulandı. Tartışmaya daha önemli bir katkıyı Rokeach (1973) yaptı, insanlar teker teker konular hakkında kanaat sahibi olmasalar da, bu kanaatlere yön veren temel değerler vardı, dolayısıyla insanlar teker teker yanıtlarında tutarsız olsalar bile, değerlerinde tutarlılık sergilediklerini söyledi. Buna da itiraz gelmekte gecikmedi, Zaller’a (1992) göre söz konusu olan değerler değil, inanç sistemleriydi. Görüşülen kişiler düşüncelerini “paketlenmiş” olarak yanlarında taşımazlar, onun yerine anketör soruyu sorduğunda kendi inanç sistemlerine bir göz atar, bir tür örneklem çeker ve bu örneklemin sonucuna göre yanıt verirlerdi. Sonuçta, konunun önemi ve inanç sisteminin gücüne bağlı olarak, görüşülen kişiler bazı konularda çok tutarlı davranırken, bazı konularda da çelişen yanıtlar verebilirlerdi.
Burada bir parantez açıp davranış-tutum-kanaat kavramlarından ve bu kavramlar arasında kurulan hiyerarşiden bahsetmek yararlı olur. Kolaylıkla gözlenebileceği üzere anket yönteminin gelişimi pozitivizm olarak adlandırdığımız paradigmanın egemenlik günlerine denk gelir, dolayısıyla bu paradigmanın ontolojik varsayımlarından etkilenir. Pozitivist paradigmada dışarıda bir gerçeklik bulunur, bu gerçekliği gözlemlemek bir yöntem meselesinden öte değildir. Bu yaklaşım içerisinden düşündüğümüzde esas olanın davranışı gözlemlemek olduğunu biliriz. Eğer bir davranışı gözlemleyemiyorsak, onun yerine “harekete geçmemiş davranış” olarak tanımlanan tutumlar bir fikir verebilir. İlgilendiğimiz konuyla ilgili tutumu öğrenemiyorsak, o zaman kanaate başvurabiliriz. Bu üç konu -davranış, tutum ve kanaat- arasında bir tür hiyerarşi bulunur, davranış en gerçek, kanaat en esnek olarak görülür.
Belirtilen tutumların insanların davranışları hakkında öngörüde bulunmamıza yaradığı öne sürülse de, çoğumuzun kişisel olarak gözlemlediği üzere tutumlar ile davranışlar arasında bir çelişki her zaman bulunur.
Yöntembilim alanında son dönemde öğrendiklerimiz sayesinde pozitivizmin bu hiyerarşik yaklaşımının dışına çıkmak mümkün oldu. Artık gerek anketlerde, gerekse de diğer yöntemlerde görüştüğümüz kişilerin bize verdikleri yanıtları hazır bulundurmadıklarını, onun yerine bizim sormamızla beraber çok hızlı bir şekilde formüle ettiklerini biliyoruz. Bu sürecin her adımında da çok sayıda hatanın devreye girebileceğini ve yanıt hatasına yol açabileceğinin de farkındayız. Bireylerin tutumlarını (eğilimlerini) daha önceden hazırladıkları ve soruyla karşılaştıklarında hafızalarında kolaylıkla çıkarıp yanıtladıkları “dosya çekmecesi” yaklaşımı, yanıtların hataya açık bir biçimde süreç içerisinde hazırlandığı dinamik bir anlayışa yerini bıraktı. Dolayısıyla sorduğumuz sorulara yanıtları alırken, o yanıtların çok kısa sürede hazırlandığını ve birçok hatayı içerebileceğini akılda tutmamız gerekiyor.
Anket sorularına -ve diğer sorulara- yanıt verme sürecini bilişsel bir süreç olarak gören yaklaşıma göre, bir kişinin bir soruya yanıt vermesi dört aşamalı bir süreçten oluşuyor. Bu aşamalar sırasıyla aşağıdaki gibi gerçekleşiyor (Tourangeau ve arkadaşları, 2000):
1) Anlama: Soruları duyma ve yorumlama
2) Çağırma/Getirme: Hafızada gerekli bilgileri bulma ve getirme
3) Yargılama: Hafızaya getirilen bilgileri bir yargıya dönüştürme
4) Raporlama/Yanıtlama: Yargıyı gerekli yanıt ölçeğine uygun bir biçimde düzenleme ve yanıt verme.
Bu dört adımın öncesinde yanıt vermek için gerekli bilginin hafızada kodlanmasının da bir adım olarak kabul edilmesi gerekir. Bu adım araştırmacının müdahalesi dışında gerçekleştiğinden, yanıt verme sürecini tartışan metinlerde tartışıldığı pek görülmez. Ancak kırılgan gruplarla çalışan bizler için, bilginin hafızada kodlanma biçimi de yanıtı etkileyen önemli bir adım olarak görüldüğünden üzerinde düşünülmeyi gerektirir. O yüzden yanıt verme sürecini tartışmamıza kodlamadan başlamamızda yarar bulunuyor.
0. Kodlama:
Araştırmacının müdahil olmadığı kodlama süreci görüşülen kişinin yaşam boyu deneyimiyle gerçekleşir. Yaşanılan ve duyu organlarıyla algılanan her şey, bellekte bir biçimde daha sonra yeniden erişilmek üzere saklanır. Kodlama işlemini bilgisayarımızdaki “kaydet” tuşu olarak düşünebiliriz, ancak işlem algılananın bir kopyasının alınması değil, daha çok izlerinin kaydedilmesi olarak gerçekleşir. Bu açıdan beyin bilgiyi yeniden yapılandırır, birebir bir kopyalama olmaz.
Kodlama işlemi algıyla başlar, algı herhangi bir duyusal girdinin tanımlanması, düzenlenmesi ve yorumlanması anlamına gelir. Algı beyindeki talamus ve hipokampus gibi alanlardan geçerek saklanır. Kodlama işlemi büyük ölçüde nöronlar arasında yeni hatların döşenmesi olarak görülür, başka bir deyişle her yeni deneyim ya da algıda beyin bunları bellekte saklamak için kendini yeniden “döşer”.
Kodlama, iki tür bellekte gerçekleşir. Kısa Süreli Bellek (KSB), bilgilerin geçici bir süreliğine saklar ve bir bölümünün uzun süreli belleğe geçişini sağlar. Sınırlı bir kapasiteye sahip olduğu bilinir -telefon numaranıza yetecek kadar- ve üç dakikadan az bir süre bilgiler zihinde tutar. Bilgi, kısa süreliğine lazımsa kısa süreli belleğe yerleşir. Bilgiler, KSB’den Uzun Süreli Belleğe (USB) geçiş yapar ve burada uzun zaman kalabilir. USB geniş bir kapasiteye sahiptir ve sınırları bilgilerin dakikalarca ve yıllarca saklanabilir. Saklama işlemi kelimeler, kavramlar ve semboller arasında bazı ilişkilerin kurulması anlamına gelir.
Uzun süreli bellek iki alt birimden oluşur: Açık (explicit) ve örtük (kapalı) bellek. Açık bellekte saklanan bilgiler kelimelerle ifade edilebilirken, örtük bellekteki bilgiler kelimelerle ifade edilemez. Açık bellek de iki alt birimden oluşur. Birincisi, Öyküsel bellek (Epizodik/Otobiyografik bellek), yaşadıklarımızın saklanması ve hatırlanmasıyken, ikincisiyse dünya hakkında genel bilgilerimizin saklandığı ve hatırlandığı Anlamsal bellek (Semantik bellek).
Öyküsel bellek geçmiş kişisel yaşantıyı içerir, hatırlanması bilinçli olur. Anının kaydedildiği zaman ve mekan belli olduğundan, saklanması da kolaydır: “Geçen Ekim ayında bir gün İstanbul’da…” diye başlayabilir. Anlamsal bellek ise zaman ve mekan içermez, derslerde öğrendiğimiz çoğu bilgi -Fransa’nın başkenti Paris gibi- bu bellekte saklanır. Öyküsel bellekte sakladıklarımızı “hatırlarız”, Anlamsal bellekte sakladıklarımızı “biliriz”.
Örtük bellek, farkında olmadan öğrendiklerimiz olarak tanımlanabilir. Zihin, bizim bilincimizin dışında bazı şeyleri kodlar. Örtük bellek, “önceki yaşantının, sonraki davranışımızı, bilinçli bir farkındalık olmadan etkilemesidir” diye tanımlanır. Örtük bellekte hatırlama değil, “hazır hale getirme” (priming) söz konusu olur. Çevremizdeki uyarıcılar, örneğin kokular, renkler, sesler örtük belleği harekete geçirir.
Bizim çalıştığımız konularda bireylerin yaşadıkları travmaların bellekte saklama süreçlerini etkilediğini akılda tutmamız gerekir. Yaşadığı ülkeyi terk edip mülteci olmak, yakınlarını kaybetmek, şiddetle karşı karşıya kalmak; bütün bunlar bellekte saklanırken, büyük ölçüde de örtük bellekte yerleşirler. Bazı yazarlar bu tür bilgilerin duygusal bellek adı verdikleri alanda yerleştiğini öne sürüyorlar, dolayısıyla travmatik anıların çağrılması duygular ile söz konusu olabiliyor.
Bizim yaptığımız herhangi bir görüşme, verdiği ipuçlarıyla geçmişte yaşanmış travmaların çağrılmasına yol açabilir. Bu tür bir durum sadece aldığımız yanıtları etkilemekle kalmaz, aynı zamanda görüştüğümüz kişinin yeniden travmatize olmasına yol açabilir. Bu nedenle araştırmacıya bu konuda önemli bir sorumluluk düşer, görüştüğü kişilere duygusal zarar vermeden çalışmasını tamamlamak araştırma etiği bağlamında da ele aldığımız temel bir noktadır.
Ne yazık ki bu konuda yeterince hassasiyet taşındığını söyleyemeyiz, özellikle başta mülteciler ve çocuklar olmak üzere Türkiye’de yapılan bazı araştırmalarda yeniden travmatize edecek sorulara kolaylıkla yer verilebiliyor.
1. Anlama:
Görüşülen kişinin geçmişteki yaşamını bırakıp araştırma süreçlerine geri dönecek olursak, sorulan sorunun anlama aşamasının yanıt sürecinin çok önemli bir belirleyicisi olduğunu söyleyebiliriz. Sorduğumuz soru gerektiği gibi anlaşılıyor mu, bunu düşünmemiz gerekir.
Anlama sürecinin en önemli belirleyicisi kullandığımız dildir. Hangi veri toplama yöntemini kullanırsak kullanalım, sorduğumuz sorunun nasıl hazırlandığı, alacağımız yanıtları da belirler. Tourengau ve arkadaşları bu aşamada yapılabilecek 7 hatayı tanımlamış durumdalar. İlk üç hata dilbilgisiyle ilgiliyken, diğer dört hatanın “semantik” olduğunu söyleyebiliriz.
1) Dilbilgisi ve kavramsal “belirsizlik”: Gündelik yaşamda kullandığımız dil esnek olsa da, görüşme sırasında kullanılan dilin esnekliği yanlış anlaşmalara kolaylıkla yol açabilir.
“Ailenizde kaç kişi yaşıyor?” – Aileden ne anlaşılıyor? Hangi aile? Bu soru tek başına yaşayanlar için ne ifade eder?
2) Aşırı karmaşıklık: Karmaşık sorular sormak, çoğu zaman daha nitelikli bilgi elde etmek anlamına gelmeyebilir. Her soru görüşülen kişiye bir bilişsel yük getirir ve daha karmaşık soruların bu açıdan maliyeti daha yüksek olabilir.
3) Yanlış varsayımlar: Soruları sorarken bazı şeyleri görüştüğümüz kişinin bildiğini varsayarız. Eğer bu varsayımımız yanlışsa, görüştüğümüz kişinin de yanlış bir yanıt vermesi mümkün olabilir:
“Hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi söz konusu. Siz hükümetin bu davranışını destekliyor musunuz?”
“Hükümetin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi durumunda kadına yönelik şiddetin artacağını düşünüyor musunuz?”
Bu sorularda ne gibi varsayımlar olduğunu düşünür müsünüz?
Açıkça görüldüğü üzere soruyu sorduğumuz kişinin a) İstanbul Sözleşmesi’nin ne olduğunu bildiğini, b) İstanbul Sözleşmesi ile kadına yönelik şiddet arasındaki ilişkinin farkında olduğunu varsayıyoruz.
4) Belirsiz kavramlar: Sorularda kullandığımız kavramların açık ve net biçimde tanımlanması gerekir. “Belirsiz” bir biçimde sorulan soruların, görüşülen kişi tarafından nasıl anlaşılabileceğini bilemeyiz. Örneğin:
“Evinizde kaç çocuk yaşıyor?”
Burada çocuk tanımı tamamen belirsiz. Görüşülen kişinin kaç yaşından küçük aile bireylerini çocuk olarak tanımladığını bilmiyoruz. 18 yaş altındakileri çocuk olarak tanımladığımızı belirterek, soruyu formüle etmek sorunu çözebilir.
5) Belirsiz niceleyiciler: Çoğunlukla görüştüğümüz kişilerden yanıtlarını “çok sık, seyrek, pek değil, hiç” gibi sıralı bir şekilde vermelerini isteriz. Oysa bu tanımlamalar kişiden kişiye değişir. Örneğin:
“Ne sıklıkta sinemaya gidersiniz? Çok sık mı, sık mı, seyrek mi, yoksa hiç mi?”
Söz konusu sinemaya gitmek ise, bir öğrenci için “çok sık” ne anlama gelir? Pekiyi, bir ev kadını için? Dolayısıyla bu tür nicelikler kullandığımızda, yanıtı görüştüğümüz kişinin algısına bırakıyoruz. Doğrusu bu olabilir:
“Ortalama bir ayda, kaç defa sinemaya film izlemeye gittiğinizi söyler misiniz?”
6) Tanıdık olmayan terimler: Sorularda görüşülen kişinin bilmediği kavramları kullanmak da hem sorunun anlaşılmasını zorlaştırır, hem de yanıt verirken harcayacağı bilişsel yükü arttırır. Kamuoyu araştırmacılarının siyasette gündemi işgal eden ancak çok küçük bir azınlığı ilgilendiren konuları görüşülen kişilere sorduğunu sıklıkla görürüz:
“ABD’nin Türkiye’ye uygulamayı düşündüğü XXX yaptırımları hakkında ne düşünüyorsunuz?”
7) Yanlış Çıkarımlar: Bazı durumlarda sorunun sorulma biçimi görüşülenlerin yanlış çıkarımlar yapmalarına yol açabilir. Örneğin:
“Polisin yetişkin bir erkeğe vurmasını onayladığınız herhangi bir durumu hayal edebiliyor musunuz?”
Bu soruyu gerçek yaşamla ilişkilendirmeden, televizyonda benzer sahneleri seyretmiş kişilerin "evet" yanıtı vermesi çok mümkün.
Gördüğünüz üzere her türlü görüşmede soruyu sorma biçimimiz karşımızdakinin anlama sürecini doğrudan etkiliyor. Yanlış sorular yanlış anlaşılmalara yol açtığı gibi, görüşülen kişinin anlamak için daha fazla düşünmesi yani daha fazla bilişsel yükle karşı karşıya kalması ve yorulmasına yol açabiliyor. Yorgunluk da görüşmelerde verilen yanıtların yanlış olmasına yol açıyor.
Dilin bu kadar belirleyici olması bizim önümüze “dil yapabilirliği” sorununu getiriyor. Kolayca tahmin edeceğiniz üzere herkes konuştuğu dillere eşit derece hakim değil. Bazıları çok daha fazla kelime bilgisine sahip ve geliştirdiği pratik nedeniyle daha hızlı anlayabiliyor. Bazılarının kelime haznesi daha zayıf ya da dil anadili olmadığı için nüansları, esneklikleri ya da kelime oyunlarını anlamakta zorlanıyor. Bu da çalıştığımız alana göre kullandığımız dili değiştirmemiz gerektiğini söylüyor.
Örneğin çocukların dil yapabilirliklerinin sınırlı olduğunu biliyoruz, 2600-5000 kelime arasında değişen bir dil hazneleri olduğu söyleniyor. Sorular uzadıkça çocukların dikkatinin dağıldığı da bir gerçek, uzun soruları yanıtlamakta zorlanıyorlar. Bu nedenle soruları kısa tutmakta yarar var. Çocukların dil konusunda zorlandıkları bir konu da soruları “lafzi” anlama eğilimlerinin fazla olması. Yani esnek kavramların kullanılması, onları kelimenin “lafzi” anlamına odaklanmalarına yol açabiliyor, soruları yazarken esnek kavramları kullanmamayı hatırlayalım.
Öte yandan kendi anadilinden başka bir dili konuşanların anket sorularını anlamaları çok zor olabilir. Ülkemizdeki mültecilerle yapılan çalışmalarda bazı araştırmacıların Türkçe soru formları kullandıklarını duyuyoruz. Sonradan öğrendiği bir dildeki anket sorularını anlayıp yanıtlamanın birisi için ne kadar zor olduğunu hepimiz görebiliyoruz. Dolayısıyla Türkçe soru formlarıyla anket yapıldığı zaman, örneğin Suriyeli mültecilerle yapılan çalışmalarda sorduğumuz her sorunun anlaşıldığından emin olamayız. Türkçeyi daha iyi anlayan ve konuşanların yanıtlarıyla, diğerlerinin aynı soruyu aynı şekilde anladığını varsaymak yanlış olur, muhtemelen aynı sorular, farklı şekilde yorumlanır. Bu sorunu aşmanın yolu olarak soru formunu yine Türkçe hazırlayıp iki dili de konuşabilen anketörlerin doğaçlama tercümesine bırakmak olmamalı. Böyle bir durumda da her anketörün soru formunu aynı şekilde tercüme ettiğinden emin olamayız, hatta bir anketör iki görüşmesinde bile farklı şekilde tercüme edebilir. Bu da her görüşmede farklı soru formu kullanmak anlamına gelir ki, araştırmanın sağlığı açısından doğru değildir. Kabul edilebilir tek çözüm, soru formlarının örneğin Türkçe’de hazırlanması, daha sonra Arapça tercüme edilmesi; daha sonra da Arapça soru formunun başka birisi tarafından Türkçe’ye geri tercüme edilmesi olur. Böylelikle hem soru formlarında bir standardizasyon sağlanmış olur, hem de iki dil arasındaki tercümede anlam kaybı oluşup oluşmadığından emin olabiliriz. Bu tür bir tercüme-geri tercüme çok kültürlü çalışmalarda yaygın olarak uygulanan bir çalışma yöntemi olarak kabul görür.
Öte yandan herkesin kendi anadiline eşit derece hakim olduğunu da varsayamayız. Çocukların dil kapasitelerinin yetişkinlerden farklı olduğunu söylemiştik. Örneğin daha düşük eğitimli olanlar, Türkçeyi daha sonra öğrenmiş olanlar ya da farklı etnik gruplarda olanlar da Türkçeyi daha farklı yorumlayabilirler. Bu nedenle anlama aşamasında sorulan sorunun herkes tarafından aynı şekilde anlaşıldığından emin olabilmek için soruların farklı bağlamlarda test edilmesi gerekir. Yanlış anlaşılan bir soru, yanlış yanıtların verilmesine yol açar.
2. Çağırma / Getirme:
Görüşülen kişi, sorulan soruyu anladıktan sonra yanıt verebilmek için belleğine başvurur. Bu sürece çağırma (retrieval/recall) adını veriyoruz. Daha önce bahsetmiştik, kısa süreli bellek en fazla telefon numaralarını aklınızda tutmanıza izin verdiğinden, genelde bütün gerekli bilgiler uzun süreli bellekte, beynin farklı bölümlerinde depolanmış olarak bulunur, çağırma işleminde de bu bilgiler yeniden inşa edilir. Çağırma süreci şu şekilde ilerler:
Görüşülen kişi, sorulan sorunun içerisinde bellek taramasını kolaylaştıracak bazı ipuçları arar, bu ipuçları belleğin hangi kısmına bakması gerektiği konusunda ona yol gösterir. Bunu aradığını eşyanın nerede olduğuna dair bazı ipuçları arama çabanıza benzetebiliriz:
“En son ne zaman ağrı kesici aldığımı soruyorlar, ağrı kesici, başım ağrıdığı zaman aldığım şey, o zaman en son ne zaman başım ağrımıştı?”
İyimser bir tahminle dahi bu ipuçlarının çok azı görüşülen kişiyi sorunun doğrudan yanıtına yönlendirir, daha çok bu ipuçları yukarıda görüldüğü üzere başka ipuçlarına yönlendirir -“ağrı kesiciyi başım ağrıdığı zaman alırım”- o da çağırma sürecinin daha özel bir alana yönelmesini sağlayabilir. Bu ipuçları arama ve çağırma döngüsü, görüşülen kişi doğru olduğuna düşündüğü yanıtı verene kadar devam eder. Bu döngü sırasında hem hatıralarını yeniden oluştururuz, hem de bir eksik varsa, o boşluğu da elimizdeki diğer bilgilerle doldururuz.
Çağırma sürecinin hatasız olduğunu söyleyemeyiz. Öncelikle bazı şeyleri hatırlamak daha kolay olabilir, bazı şeylerse daha zor hatırlanır. Düzenli ya da sık sık yaptığımız bazı şeyleri eksik hatırlama olasılığımız daha yüksek olur, her gün okula aynı otobüsle gidiyorsanız, en son yolculuğunuzun ne kadar sürdüğü sorulduğunda muhtemelen ortalama bir yanıt verirsiniz. Oysa daha seyrek deneyimlediğiniz şeyleri daha detaylı ve daha doğru hatırlarsınız: “Marmaris’e tatile giderken durduğumuz benzincide aldığımız sandviçin içinde ne vardı hatırlıyor musun?” Benzersiz ve ender deneyimlenen olaylar daha detaylı bir şekilde depolanır. Ancak bu durumda dahi hatırlarken boşlukları doldurabilirsiniz, sandviçin içindekileri hatırlayıp da hangi benzinci olduğunu hatırlamamanız şaşırtıcı olmaz: “biz her zaman X benzincisinden alırız, o zaman da X’te durmuşuzdur” gibi.
Hatırlanmasını istediğimiz şeyin ne zaman gerçekleştiği de nasıl hatırladığımızı belirler. Zaman geçtikçe, çağrılmayan/hatırlanmayan bilgiler silikleşmeye ve kaybolmaya yüz tutar. Örneğin ilkokulda aldığınız notları 10 yıl, çocukluğunuzda yaşadığınız mahalledeki sokak isimlerini 25 yılda unutsanız dahi, sınıf arkadaşlarınızın isimleri 50 yıl kadar belleğinizdeki yerlerini korurlar. Dolayısıyla görüşmede sorduğunuz sorunun hangi referans dönemine denk geldiği de çağırma sürecinde önemli bir rol oynar: son bir yıl mı, bir ay mı, bir hafta mı yoksa son iki üç gün mü? Araştırma konusunun ne kadar spesifik olduğuna göre, bu referans dönem de önemli bir etkide bulunur, daha sıradan ve önemsiz konuları daha geniş bir referans döneminde sorarsanız, yanlış yanıt alma olasılığınız çok fazla olur:
“Son bir ayda kaç defa süpermarkete gittiğinizi söyler misiniz?”
Çağırma sürecini etkileyen başka bir etken de, duygulardır. Söz konusu olay, görüşülen kişide daha yüksek bir duygusal etki bırakmışsa, o olayın hatırlanması daha kolay olur. Başka bir deyişle, bir olayın duygusal etkisi, onun hatırlanmasını etkiler. Duyguların bir tür kısayol oluşturduğunu biliyoruz, dolayısıyla duyguların hatırlanma üzerindeki etkisi şaşırtıcı değil. Çok üzüldüğünüz bir olay, herhangi bir duygusal etki bırakmayan başka bir olaydan çok daha canlı olabilir. O zaman da çağırma sürecince duygusal yükü yüksek olayların daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz.
Çağırma sürecini kolaylaştıran şeylerden biri de, bilgilerin ne kadar güçlü “döşenmiş” olmasıdır. Daha sık tekrarlanan bilgilerin daha kolay hatırlandığını ilkokuldaki ezber dönemimizden biliriz. Aynı şekilde, gündelik yaşamda sürekli tekrarlanan bilgiler de, daha kuvvetli bağlarla birbirine bağlandığından daha kolay hatırlanırlar. Eğitim sürecinde sürekli tekrarlanarak ezberletilen bilgiler de, kolayca hatırlanmaları nedeniyle avantajlı olurlar, “endoktrinasyon” dediğimiz süreçte de bu yapılır, bazı bilgiler sürekli tekrarlanarak ezberletilir. Bu nedenle, bazı sorduğumuz sorulara çok hızlı yanıt verilmesinin sebebi ezberletilmiş, yani güçlü “döşenmiş” olmasıdır.
Çağırma sürecinin kırılgan gruplarla çalışanlar için en önemli sonuçlarından birini travmaların yeniden canlanmasıyla görürüz. Çalıştığımız çoğu kırılgan grup, örneğin mülteciler, yaşamlarında ağır travmalar geçirmiş olabilirler. O travmatik hatıralar da bizim daha önce tartıştığımız üzere bellekte saklanmıştır. Biz görüştüğümüz kişilere travmalarıyla ilgili sorular sorduğumuzda bu travmaların yeniden canlanması ve kişiyi yeniden travmatize etme olasılığı bulunur. Bu nedenle, kırılgan gruplarla çalışırken sorularımızın kişilere zarar vermeyecek nitelikte olmasına dikkat etmemiz gerekir.
Duygusal yükü fazla olan anıların daha hızlı hatırlandığını söylemiştik, kişisel travmalar ve onların ilişkili olduğu olumsuz duygular da çağırma sürecini doğrudan etkiler. Basit bir sorunun –“Türkiye’ye göçmeden önce okula gidiyor muydun?”- görüşülen kişinin yaşadığı travmayı ve o travmanın olumsuz duygularını hatırlatması mümkün olduğundan, soruların duygusal etkisinin her zaman göz önünde tutulması gerekir. Üstelik, duygularla ilişkili olan örtük bellekte saklanmış, kişinin farkında olmadığı bilgilerin de çağırma sürecine dahil olması kuvvetli bir olasılık olduğundan, soruların testinde bu tür bir süreç yaşanıp yaşanmayacağına dikkat edilmesi gerekir.
Çocuklarla yürütülen çalışmalar, çağırma sürecinin oldukça farklı olduğunu gösterir. Çocuklarda bellek kapasitesi henüz gelişmekte olduğundan, çağırma süreci idealize edilenden çok farklı gerçekleşebilir. Referans dönemlerin çok net tanımlanması gerekir, buradaki muğlaklık çocukta akıl karışıklığına yol açabilir. Keza, geçmişe dönük değerlendirmeler de –“Karantina döneminde mutlu muydun?”- benzer bir akıl karışıklığına yol açar, çocuğun “karantina dönemi” kavramından hangi zaman dilimini anladığını bilemeyiz. Eğer konu çocuk açısından ilginç ve önemliyse, bu hatalar daha az olur; ancak çok önemli olmayan bir konudaki çağırma süreci hayli hataya açık olur. Üstelik çocukların geçmişe dönük hatırlama çabalarında “hayal” ile “gerçek” arasında çok da fazla ayrım gütmediklerini ve boşlukları doldurmaya daha eğilimli olduğunu biliyoruz. Çocukların yetişkinlere kıyasla daha yavaş -1.5 kat daha uzun sürede- bir çağırma süreci yaşadıklarını da bildiğimizden, çocuklarla çalışırken, çağırma sürecini ve bilişsel yükü arttırmayacak şekilde sorular tasarlanması şarttır, aksi halde araştırmacı sorularına yanıt alsa bile, bu yanıtlar doğru olmayabilir.
Çağırma sürecinin bilişsel bir çaba gerektirdiğini hatırlayalım. Dolayısıyla görüşülenlerin bilişsel kapasiteleriyle çağırma süreçlerinin niteliği arasında bir ilişki bulunur, bilişsel kapasitesi daha yüksek olan bireyler çağırma süreçlerini daha hızlı ve hatasız tamamlayabilirler. Bilişsel kapasiteyse eğitim, yaş, cinsiyet, sosyoekonomik statü gibi faktörlerden bağımsız olmadığından, sorulan soruların bu tür eşitsizliklerin farkında olacağı bir biçimde tasarlanmasında yarar bulunur.
3. Yargılama:
Yargılama (bazen tahmin olarak adlandırılır), görüşülen kişinin çağırdığı bilgiyi birleştirme ya da destekleme sürecidir. Yargılama sürecinde çağırma sürecinde eksik kalan yerlerin doldurulduğu da görülür. Çağırma sürecinin zor ya da kolay olmasına bağlı olarak, yargılama süreci de daha az ya da daha çok hatalı olabilir.
Yargılama, çağrılan bilgilerin tam olup olmadığını ve sorunun beklentilerini karşılayıp karşılamadığı bakımından değerlendirmeyle başlar. Görüşülen kişi elindeki verilere dayanarak bazı çıkarımlar yapar –“George W. Bush’u seviyor muyum?”- ve pozitif ve negatif eğilimlerin basitçe ya da ağırlıklı bir ortalamasını yaparak yanıtını hazırlar. Eğer elindeki veriler yanıt vermesine yeterli değilse ya da kısmi bir çağrışım yapmışsa, başka ipuçlarından yola çıkarak yanıt vermeye hazırlanır.
Bu süreçte yine karşımıza geleneksel “Dosya Çekmecesi” yaklaşımı çıkar. Modası geçmiş bu yaklaşıma göre soruların yanıtları hazırdır ve dosyalanmış bir şekilde sorulmasını beklemektedir. Türkiye’nin dış politikası, ekonominin gidişatı, bu yıl hangi takımın şampiyon olacağı ya da Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılıp açılmadığı gibi soruların hepsinin yanıtı hazırdır, sorulacağı güne kadar dosya dolabında durmaktadır. Soru sorulduğunda görüşülen kişinin yapması gereken tek şey sorunun yanıtının hangi çekmecenin hangi dosyasında yer aldığını bulmak ve sonra da yanıt vermektir. Oysa yürütülen çalışmalar bu modelin gerçekçi olmadığını ortaya açıkça koymuştur.
Dosya Çekmecesi yaklaşımına alternatif modeller de bulunur. Öncelikle, görüşülen kişilerin izlenimlerinin yargılama süreçlerini etkilediği öne sürülür. Görüşülen kişi spesifik olarak sorulan soruya değil, o konunun ait olduğu daha geniş bir kategori üzerinden yanıt verir. İkinci olarak görüşülen kişi daha önce tartıştığımız gibi ideolojik duruşuna ya da değerlerine göre bir yanıt oluşturur.
Bu görüşe bir alternatif de “İnanç Örneklemi” modeli ismini taşır. Görüşülen kişi, sorulan soru hakkında neredeyse rassal olarak inançlarını, duygularını, izlenimlerini, değerlerini ve önceki yargılarını çağırır. Bu işlem tek bir konu hakkında bile olsa bir den fazla defa tekrarlanır ve en sonunda görüşülen kişi bir eğilim sahibi olur ve sorgulamayı bırakır.
Yargılama aşamasında devreye girebilecek birçok farklı etken bulunur. Bunlardan birincisi "Bağlam Etkisi" adını taşır, görüşme sırasında önce sorulan soru sonra sorulan sorulara verilen yanıtları etkiler. Anket sorularının sıralamasının değişmesinin de yanıtları değiştirdiği bilinir.
Soru A: “Genel olarak düşündüğünüzde yaşamınızdan ne kadar memnunsunuz?”
Soru B: “Genel olarak düşündüğünüzde evliliğinizden ne kadar memnunsunuz?”
Bu soru ikilisinde, önce genel olan A, sonra özel olan B sorusu sorulmasıyla; önce B, sonra A sorusunun sorulması arasında fark bulunur. İkinci versiyonda B sorusuna verilen yanıtlar değişmezken, A sorusuna verilen yanıtların değiştiği gözlemlenir. Görüşülen kişi önce özel soruya yanıt verdiğinde, genel soruyu da özel sorunun işaret ettiği alan üzerinden düşünür ve yanıtı değişir.
4. Raporlama / Yanıtlama:
Yanıt verme sürecinin en son aşaması olan raporlama (formatlama) aşamasında görüşülen kişi daha önceki aşamalarda hazırladığı yanıtı, sorunun formatına uygun bir şekilde vermeye hazırlanır. Sorunun biçimi bu aşamada önemli bir rol oynar:
Anketör: “Bugünlerde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”
Görüşülen Kişi: “İyi!”
Anketör: “Bunu 1'in hiç iyi değilim, 5'inse çok iyiyim olduğu bir cetvelde belirtir misiniz?”
Tam bu örnekte de görüldüğü üzere görüşülen kişi yanıt verme sürecinin bütün aşamalarını tamamlamış ve kendisinin “iyi” olduğunu söylemeye karar vermiştir. Ancak anketör bunu 1-5 arasında değişen bir ölçekte söylemesini ister. İyi, bu cetvelde kaça karşılık gelir?
Bu soruyu sadece açık uçlu olarak sorsaydık, “iyi” yanıtını yazar geçerdik. Ancak kapalı uçlu sorduğumuzda daha iyi bir yanıt alacağımızı düşünmüş olabiliriz. O yüzden seçeneklerimiz olabilir, ancak bu seçeneklerde de çok farklı olasılıklar mümkündür: Sadece “iyi” ya da “kötü”; 1-4 ölçeği, 1-7 ölçeği ya da 0-100 ölçeği olabilecek alternatiflerden sadece bazıları. Bu farklı alternatiflerde bile “iyi” yanıtının nereye denk düşeceğini kestirmek çok kolay değil. Bu nedenle de görüşülen kişinin yanıt verme sürecini başlatmadan önce verebileceği olası yanıtları bilmesi çok daha iyi olur:
Bugünlerde kendinizi nasıl hissediyorsunuz? 1’in “hiç iyi değilim”, 5’inse “çok iyi” olduğu bir cetvelde söyler misiniz?
Tabii ki şu anda gittikçe daha fazla kullanılmakta olan internet anketlerinde ya da dağıt-topla anketlerinde katılımcılar bu seçenekleri gördüklerinden bu sorunun daha az karşılaşılacağını söyleyebiliriz, gördüğü seçenekleri bir daha belirtmeye gerek olmaz.
Sorunun biçimi de görüşülen kişin yanıtını biçimlediğinden, burada da dışsal faktörlerin etkisi söz konusu olur. Örneğin küçük çocukların çok sayıda seçenek arasında tercih yapmakta zorlandıkları bilinir. Keza, anadilinde olmayan bir soruyu yanıtlamaya çalışan kişi de farklı kategoriler arasındaki nüansları çok ayırt etmeyebilir. Bu nedenle, görüşülen kişinin bu aşamada hata yapmaması için sorunun biçiminin iyi tasarlanması ve en önemlisi yanıt biçiminin görüşülen kişi tarafından iyi anlaşıldığının farkına varılması gerekir. Soru biçimine birazdan daha detaylı değineceğiz.